Yakın zamana kadar, annemiz ve babamızdan gelen kalıtsal özelliklerin, bize yalnızca eşey hücreleri aracılığıyla geçtiği düşünülüyordu. Genetik aktarımın, yumurta ve sperm hücrelerindeki kromozomlara ait bilgiyle sınırlı olduğundan emindik.

Artık, kalıtımın daha farklı boyutları olduğunu, DNA’mızla sınırlı olmadığını biliyoruz. Bu bilgi, şu anlama geliyor: Bizi doğrudan etkileyen bir kalıtım mekanizması var ve bu mekanizma, DNA dizisinde hiçbir değişiklik olmasa da iş görüyor. Bunu inceleyen bilim dalına epigenetik deniliyor. Etimolojisine bakmak isteyen okurlarıma, bu sözcüğün en az beş farklı anlamda kullanıldığını, ilk kullanan kişinin Aristoteles olduğunu anımsatmalıyım. Bugün, ona ayrı bir bilim dalı olma niteliğini veren özellik, DNA’sız kalıtımdır; eş deyişle, gensiz kalıtım.

Güneşlenen birinin, kararan derisi gelecek kuşaklara aktarılmaz. Parmağı kopan birinin, çocuğunun parmak sayısının tam olacağından kuşkulanmayız. Bunlara, modifikasyon deniliyor. Epigenetik ise genlerin açılıp kapanmaları üzerinde etkili olan süreçlerle ilgili bir konu. Organizma öyle bir etkiye maruz kalıyor ki, normalde kapalı olan bir gen açılabiliyor. Örneğin, DNA metilasyonu, bu mekanizmayı etkileyen kimyasal süreçlerden biri. Bir örnek olarak, tüp bebek yönteminin, Beckwith-Wiedemann hastalığının görülme sıklığını 3-4 kat artırması verilebilir. Bundan önce, genlerin açılıp kapanma özelliklerinin sonraki kuşaklara aktarılamadığı düşünülüyordu. Oysa, fareler üzerinde yapılan çalışmalarda, daha sonraki kuşaklara geçtiği anlaşıldı. Genlerimiz, o güne dek inanıldığı gibi, kilitli ve asla açılmayan mekanizmalar değildi. Hatta, Cambridge Üniversitesi’nden Jamie Hackett’in açıkladığı gibi, genlerimiz, geçmiş deneyimlerden bazılarını anı olarak koruyordu.

İnsan Genom Projesi, 1990’lı yıllarda büyük bir heyecan yaratmıştı. Proje öncesi, yüz binin üzerinde gene sahip olduğumuzu tahmin ediyorduk. Genleri bilirsek, çalışma mekanizmalarını anlarsak, etki edebileceğimiz alanların sınırsız olacağı inancındaydık. Oysa, yaklaşık yirmi bin kadar genimiz olduğunun keşfedilmesi büyük bir şaşkınlık yarattı. Bir domatesin bile bizden daha fazla geninin olduğu gerçeğine adapte olmakta zorlandık. Şok atlatıldığında, yanıtlanması gereken büyük bir soru ile baş başa kalmıştık: Bunca farklı özelliğimizi, yalnızca yirmi bin kadar genin etkileşimine mi borçluyduk? Donuk, mekanik anlayış, bir mekanizma üretebildiğinde kendini güvende hissediyor. Oysa insan, bedeninden ibaret değil. Epigenetik, bu anlamda ciddi bir uyarıdır.

Gensiz kalıtım konusunda, uzun zamandır kuşkular vardı. Son araştırmalar, görülme sıklığının tahminlerimizin çok üzerinde olduğunu ortaya koydu. Kalıtımın yalnızca genlerle sınırlı olmayacağını düşünmek, hayret verici bir cesaret örneği. İlklerden, Lamarc’a selâm olsun. Kanıtlandığında herkes normalmiş gibi söz ediyor. Oysa, bir düşünce kanıtlanıncaya kadar, kaç cesur araştırmacıyla dalga geçilmesine, bilim dünyasından dışlanmasına neden olan bir hipotez olarak kenara ittiriliyor. Yazılarımda sıkça değindiğim, her alanda başarılması gereken, Ortodoks kabuğu kırma cesareti, bilimin ilerlemesindeki temel unsurdur.

Epigenetik, kişilerin psikososyal bir kalıtım alanını paylaştığını ortaya koymuştur. Yaşanan acıların, savaşların, göçlerin gelecek kuşaklar üzerinde yıkım yaratabildiğini artık biliyoruz. Yeni çalışma alanları açılıyor. Örneğin, köleleştirmenin, Afrika kökenli Amerikalılar üzerindeki etkisi inceleniyor. Günümüzde yaşayan torunlarının; intihara eğilim, depresyon, duygu durum bozukluklarına daha açık olmaları olasılığı inceleniyor.

Kuantum Dolaşıklık, sibernetik, görelilik, eytişim (diyalektik), tekrar tekrar düşünmemiz gereken konulardan. Platon, bilmenin, anımsama olduğundan söz etmiştir. Bellek konusundaki açıklamaları, günümüzdeki gelişmeleri daha iyi anlamamıza olanak verebilir. İbn-i Arabî de vücûd-mevcûd’dan, farklı beden katmanlarından söz eder. Artık, epigenetik bilgimiz ile onun ne demek istediğini daha kolay anlayabiliriz.

Carl Gustav Jung, kolektif bilinçaltımızın, bilinç içeriklerini düzenlediğini açıkça ortaya koymuştur. Ona göre, bireysel bilinçaltı, insanlık tarihinden bağımsız olarak örgütlenemez. Pozitivist eğitim, her dönemi, geçmişiyle olan bağlarını keserek ele alırken, mekanizma kıvamında bir insan anlayışı ortaya çıktı. Narsisizm uğrağından bir türlü kendini koparamayan tekbenci, nihilist mini mini “ben”lere; p53 geni bir türlü açılmayan kanser hücreleri tadında bir yaşama maruz bıraktı. Hipokampus, beynimizin zaman algısı yaratan bölümü. Geçmiş, şimdi ve gelecek gibi doğrusal (lineer) bir zamanın olmadığı, bütünsel düşünen, bütünsel bakabilen, bilmekle kalmayıp yapabilenler tarafından tekrar tekrar söylenmiştir. Einstein tarafından da bilimsel olarak zamanın göreli bir kavram olduğu gösterilmiştir.

On binlerce yıllık insanlık travmalarından, inançlarından bağımsız bir varoluş olanaklı değil. Kullandığımız naylonun, okyanustaki balinanın ölümüne neden olduğunu; küresel ısınmanın yerel değil bütünsel bir sistem olarak gezegenimizin tamamında etkisini gösterdiğini deneyimliyoruz. “Gerçek olan, bütündür,” bir aforizma olsaydı keşke! Bütün sözcüğü, felsefeyle uğraşanların bile, sıklıkla, kendilerini bir yana, bütünlüğü ise öteki yana koyarak anlamaya çalıştıkları bir olgu ne yazık ki.

“Armut, dibine düşer”, “Dedesi koruk yemiş, torunun dişi kamaşmış,” hepimizde ortak olan bilgeliğin söylemleri. Şimdi sıra, “Ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken”in sırrını çözmeye geldi. Hoş, çözüldü de! Ne zaman çözüldü? Masalların, niçin hep, “Bir varmış bir yokmuş,” ile başladığını anladığımız zaman…