Çok sayıda yavru kedi besledim. Kimi benimle yirmi yıla yakın yaşadı, kiminin annesi kedimdi, kimini kurtarabildim, kurtaramadıklarım da oldu. Annesiz, kardeşsiz büyüyen yavru kedilerde, ortak bir özellik olduğunu gözlemlediğim bir ölçüsüzlük var: Oyun oynarken, ısırma ve tırnak geçirme ölçüleri kaçık. Durmaksızın kardeşleriyle oynayan bir yavru kedi, kardeşlerinden aldığı geri dönüşlerle, oyun sınırını, savunma ve saldırı sınırından ayırmayı içselleştiriyor. Annesi ile oynarken de öyle, ölçüyü kaçırdığında yanıt gecikmiyor.

İlk olarak televizyon izlediğimde ilkokuldaydım. Monokrom bir televizyon ve tek kanal. Mahallenin en zengin evleriydi televizyonu ilk alanlar. Mahalle arkadaşlarımızla toplanıp, çizgi film izlemeye giderdik daha zengin olanların evlerine. Sonra renkli, çok kanallı yayınlar derken, platform seçmeye ve hatta yan oda platformları kiralamaya başladık. Artık neredeyse hepimizin, bir akıllı telefonu, bir bilgisayarı ve bir tableti var.

Göz boşluklarından dışarıya yönelen bakışlarını, öncelikle gök cisimlerine çeviren, aralarındaki ilişkiyi anlamlandırmaya çalışan insanoğlunun, bu merakını, kendine yöneltmesi binlerce yıl sürmüştü. O nedenle, köklü bilimlerin aksine, psikoloji bilimi henüz çocukluk dönemindedir denilir. Biz de şimdilik, burnumuzun ucundaki bir yüzeyden(ekran) kutuplara hatta kara deliklere bile ulaşabiliyoruz. Arada çok önemli bir farkla, cenaze töreni düzenlenmesi gereken bir eksikle ilerlemeye çalışıyoruz: hayret.

Aristoteles hayret olmadan bilim başlamaz demişti. Öyle ya, o güne değin önümüzden geçerken yakalayıp yediğimiz kuşu, ilk olarak yemek için değil, incelemek için yakalamamız önemli bir adımdır. Bunun zemini ise, bilmediğimizi bilmektir: “Tavuklarla ilgili bir şey bilmiyorum.”

Bilim artık teknoloji olarak dokunuyor yaşamlarımıza. Kanımca, bununla ilgili başat sakınca, emeksizlik. Ulaşabildiğimiz her şeyi kendimize hak görüyoruz. Örneğin; bir sosyal medya hesabımızın olması, bir “e-mail” adresimizin olması, irin kokulu paylaşımlara, tanımadığımız insanlara gönderilen öfkeli, hadsiz mektuplara olanak tanıyabiliyor. Fikir bildirmek, eleştiri yapmak için, kişinin öncelikle kendini yoklaması şarttır oysa. Bir de emeğinin ürünü var mıdır diye bir bakmalı insan yaşamına. Sağlıksız ruh halleri, öfke olarak patlamasın eleştiri sanılan kusmuklu satırlarda. Yeni açıklanan bir istatistiğe göre, Türkiye’de kişiler, okuduklarının % 66’sını anlamıyormuş. Okuduğumuz on sayfanın, neredeyse yedi sayfasını anlamıyoruz! Bir de ağır metinleri düşünün. Bir de bilim, felsefe, din, sanat ve psikolojinin harmanlanarak yazıldığı bütünsel yazıları. Bilmediğinizi bilmiyorsanız, ulaşabildiğiniz her mecradaki muhataplarınıza ağır yük oluyorsunuz.

Türk Solu ile ilgili yazdığım iki yazıyla, daha önce başıma hiç gelmeyen bir olay geldi: Saldırıya uğrayacağımı, benden önce bilenler, birbirinden habersiz destek mesajları göndermişler. Özellikle, 60’lı 70’li yıllarda aktif solcu büyüklerimden aldığım satırlar beni çok duygulandırdı; henüz hepsini yanıtlayamadım. Meğer pandoranın kutusuymuş! Gelen mektuplardan anladığım kadarıyla, solun acil özeleştiriye ihtiyacı var. Bu konuda susmamalıyız. Destek vermek için yazan okurlarıma, gönülden teşekkür ederim. Tepki gösterenlerinse gerek bilişsel, gerek kültürel ve  özellikle de insanlık seviyeleri beni şaşırttı.  Sağlam eleştiri hiç gelmedi, tamamı duygusal köpürmelerdi. Psişik sorunların aktarımı ne zamandır eleştiri oldu! Öteki ile ilişkimiz, kendimizle olan mesafemizin bir dışa vurumudur. Bu denli birikmiş öfkeyle nasıl yaşıyorsunuz? Buna, neden hayret etmiyorsunuz? Bilimsel bir tarafsızlıkla kendinize yönelseniz. Başkasına olan acımasızlığınızın diyorum onda birini, eleştiri olarak kendinize yöneltseniz.

Kendini anlamaya(psikoloji) doğru ilerleyen insanlık, bilhassa 20. yüzyılın başlarından itibaren keskin bir viraja girdi. Savrulmaya devam ediyoruz. Araçlar, amaç haline geldi. O dönemlerde yaşayan düşünürlerin, gidişat konusunda ciddi uyarıları vardır. Jung’un mandala çizim sonuçlarının neye işaret ettiğine değinmiştim daha önceki yazılarımda. Protestanlık, din felsefesi ışığında incelendiğinde zengin ipuçları elde ediliyor. Bizim emeksiz aydınımızınsa, hâlâ, dinin “ne”liği ile ilgili bir fikri yok. Köy kahvesinden, uzay istasyonuna çiğ hamleler yapıyor: Dine ne gerek var, değil mi? Oysa, mantık yasaları, bilincin, varlığı kavradığı kadarıyla özdeştir.

Akıl, bir üst aşamada bile bütünsel olanı henüz tam anlamıyla kavrayamaz. Kuşkuculuktur bu aşama. Her şeyin soyutlandığı, olumsuzlandığı kuşkuculukta da sonuç, yine öznelliğe varır. Feci bir geri düşüş! Çünkü duyusal olarak algılananlar, bağımsızlıktan yoksun ve ikincildirler; düşünceler ise bağımsız ve birincildirler. Ancak düşünceler de kendi desteğini içerden taşımazlar. Nesnel ve öznel terimleri kendilerini dirençsizce sunsalar da gerçekliği sınamaya giden biliç için tek yanlı olan, nasıl aşılacaktır? Canınızın istemediğini dışarıda bırakarak ilerlerseniz, anlayışınız her zaman parçalı olacaktır. Parçalı anlayış, kişide öfke yaratır. Öfkeli bir toplumuz.

İnsan denilen bütünsel varlığın özeğine oturan artık, kaprisli özne.  Gözlerimizi ayıramadığımız irili ufaklı ekranlardan kutuplara açılma fırsatımız olsa bile, biz dönüp dolaşıp kendimizi arıyoruz. İstiflense boyumuz yüksekliğinde kitap yazmış olan bir hocaya, konusunda had bildirebildiğimiz gibi; içi boş bir teneke misali ses çıkaranların da kitap yazdıkları bir dönemde yaşıyoruz. Nereye baksak kendimizi görmek, yarattığımız sahte imajı sürdürmek istiyoruz. Üretilen bilgiye 10 Mb katkısı olmayanların çıkardığı gürültü yorucu ama kayda geçmek istiyorlar. Kaprisli özneler öznellik batağında boğuluyorlar. Artık, paspaslarımıza bile isim yazdırıyoruz! Maskelerle eylemekten yorgun düştük. İlişkisizlikten muzdarip yavru kedi misali, tepkilerimizde hep avlanmaya giden bir avcı ilkelliği var. Hele benimle aynı fikirde olma!

Usun kaç hedefi olabilir ki!