Okuyanlar bilir, “Yokluğun Terbiye Ettikleri” adlı yazımda, nitelikli bir ilişki için kendimizi kontrol etmenin yetmediğini, karşımızdakini de kışkırtmamamız gerektiğini yazmış ve bunu nefs köpeğimi bağlamak, karşımdakinin de köpeğini havlatmamak olarak adlandırmıştım. Bugün orada sergilediğim “şimdi ve burada” anlayışını aşan bir düşünme biçimine geçtiğimi, ilişkilerde çözümü daha da derinlerde aradığımı anlatmak istiyorum size. Bunlar benim şahsi çıkarımlarım elbette.

İlişkilerimde, her türlü sürtüşmede, kendimin nerede hata yaptığını araştırırım. Eyleme çıkmamış bir düşüncemin bile sorumluluğunu almak isterim. Zira benim bütün işim, yaşamda neyi hedeflediğimle ilintili. Bu nedenle, niyetimin bozulduğu yeri saptamak biricik ödevlerimdendir. Benim kabulüm budur. Bu bağlamda, dışarıda “biri” yoktur, “kendi başkam” vardır. Bu içsel yönelim yıllar içinde geliştikçe, eş deyişle kendimi daha yakından tanıdıkça, temas ettiğim kişilerin davranışları bana ya halihazırda geçtiğim ya da henüz ulaşamadığım bir aşamada olduklarını düşündürmeye başladı. Bir tür oyun gibi. Bir kişinin kendiyle ilişkisinde benim henüz ulaşamadığım bir esenlik olduğunu sezersem, bu bende tarifi güç bir heyecan yaratır. Delice bir tutku.

Yaşamımın özetini yapmam istenilse, “tanıdıklarımla ‘boğuşarak’ geçirdiğim bir zaman dilimidir” derim. Yakınlaşan hiçbir ilişkim olmadı ki lime lime etmeye yeltenmeyeyim! Yorucu bir insanım. Önüne geçemediğim bir şey bu benim için. Tercih meselesi değil. Hani nasıl bir elma çekirdeği, uygun toprakta ve uygun koşullarda elma meyvesi olur, işte öyle bir zorunluluk. Hilafsız her ilişkide, içine düştüğüm topraktan hangi elementleri almam gerektiğini düşünürüm. Eksiklik toprak üzerinden anlatılınca kolay tabii, ama bir şeye ihtiyacımın olduğunu anlamam için onun eksik olduğunu idrak etmem gerekir. İlişkilerde bunun tanımı “hata yapmak”tır. Yetiştirilme tarzımızdan; sürekli utandırılmış, başkalarıyla karşılaştırılmış olmamızdan kaynaklandığı aşikar, bir “hata kabul edememe” sorunumuz var. Bir ilişkinin, bir insanın, bir toplumun gelişmesi için ön koşul, eksiğin tespit edilmesidir oysa. Bir elmanın eksikliği “şeftali olamamak” değildir. Bu bakımdan eleştiri, iltifattır. Güzel insan Aristoteles’in, potansiyeli, kinesis anlamından daha çok, energeia ortaya koyduğundan onun bu yana boynumuzun borcu olmuştur. Yoksa neden uğraşalım felsefeyle, onun dunamisentelecheia-energeia ayrımlarıyla? Bu anlaşılmadan dinler de anlaşılamaz. Kendinden ne beklemesi gerektiğini bilmeyen insanın değil “Allah”ı, “Tanrı”sı bile olamaz. Din, felsefeden sonra tekrar dönülecek bir aşamadır.

Kendimi bir elma olarak düşünüyorum mesela, aldığım ışığın ve suyun önemi benim için ikincil, ortada henüz olmayan bir şey olacağımı biliyorum, elma olacağımı. Daha da beteri şu: Ben elma olmakla yetinmeyeceğimi biliyorum, kendimi elma çayı, elmalı turta olarak sunmayı da istiyorum. Böyle bir talebe ilişki mi dayanır! Senin talebin bu diye herkes aynı şeyi mi yapmak zorunda bre! Vallahi bezdirdim herkesi.

Neyse, elma ortaya çıkacak; çıkacak da kahrolsun ilinekler. Felsefî olarak söylersem: “Ben nedenim, tözüm; kendi içime yansımalarım kendini, kendi olumsuzum olarak ortaya koyacaktır.” Hep bir uyarı. Kendimden asla kaçamadım; bir yanıyla zeki diğer yanıyla oldukça saf bir kişiyim. Mesela “etkide, hiçbir içerik yoktur ki nedende olmasın” gibi bir cümle okuduğumda, filozof onu bana uyarı olsun diye yazmış zannediyorum. En öznel anlamında bile sorumluluk yükleyen bir cümle. Şöyle ki; biriyle ilgili olumsuz duygun varsa, o duyguyu anahtar yap ve kendindeki bir kilidi aç. Fakat, biriyle ilgili olumsuz düşüncelerim olabilir o ayrı. Eğer bende duygu yaratıyorsa, meselenin “öbür ucu bende” anlamına gelir. Yaşamımdaki temasların hilafsız, bütününe yayıyorum uyarıyı. Öyle demeyin zor iş bu! Dön kendine bak! Dön kendine bak! Dönmekte, dönme eyleminde, dişil yanımı bulduğum günden beri hastası oldum o dönüşlerin. Ben hakiki bir feministim.

Yaşamım boyunca, duygularım arasında hep birinciliği göğüsleyen duygum, tutkudur. Bir şeye, işe veya kişiye tutkuyla bağlandığımda dünyayı durdurmuşluğum vardır. Kendi dünyamı. Hâl böyle olunca, “kendini tanı” söylemini çok ciddiye alıyorum. Rüyalarıma ve ani tepkilerime bakıyorum. Epey yol aldım, mutluyum. Daha da ilerleyebilirim, biliyorum. Onca yıldır hiç kâbus görmemiştim, bu bana huzur veriyordu. Fakat geçen Eylül ayında, bir kâbus nedeniyle uyandım, kan ter içinde! Uyanınca, aniden, vücuduma bir coşku yayıldı ki anlatamam. Kâbusumda, birinin (kim olduğu belirsiz) gönlünü kırıyordum. Kâbusum beni mutlu etti, hafifletti.

Bazı tavırlara işte bu tutkuyla bağlanıyorum. Bir tavır! Son on beş yıldır tutkuyla bağlandığım bir “tavır” var. Tahmin edebileceğiniz gibi, dışarıdan bakınca çok basit görünüyor ama uygulaması bir ömür alır. Kimseyi üstüne sıçratmadan yaşayan kişiler var, benim hayran olduğum. Fakat, insanlarla gerçek bir ilişki kurmaktan imtina edilerek sürdürülen sözde “nitelikli” ilişkiler de var. Onlardan söz etmiyorum, hatta suya sabuna dokunmayan o tür ilişkileri sevmiyorum. Benim sözünü ettiğim tavır, bilgece bir tavır. Bir bilge sizi, ihtiyacınız olan yöne doğru “ittiriyor” hem de ne ittirme! Soluk alana aşk olsun! Nasıl yapıyor bunu? Egonuza, egosal olana pâye vermeyerek. Bu nedenle, bir bilgenin etrafında ondan nefret eden, onun hakkında olumsuz konuşmaktan kendini alamayan kişiler de bol oluyor.
Sizinle ilişkisinden hiçbir şey beklemeyen insan bulmak olanaksıza yakındır. Sizden gelecek maddi ve manevi hiçbir şeyi istemeyen insan olabilir bu mümkün ama bakın bir, size hükmediyor olmasın? Ruhunuzu yönetmeye talip çok insan var bu devirde, çünkü bilgi ortalıkta saçılı. Aman dikkat!
Bilge ise, iyi olmaya çabalamayan, aksine varlığı İyi olan biri. Bu onların “ayna”lığının varoluşsal bir durum olduğu anlamına gelir.

Klasik bir söylem vardır bu yolda, bilginin yetmediği (ilim-âlim), aslolanın “kendilik bilgisi” (irfan-arif) olduğuna dair. Tefekkürlerimde bunun bir son olmadığını idrak ediyor bir sonraki aşamanın ne olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Yukarıda sözünü ettiğim yazıda, bu sürecin ayrıntısına değinmiştim. Özet olarak; bir türlü anlayamıyordum ama yaşamımda bir eksiklik olduğunu duyumsuyordum. Bu eksiklik beni bir sözcük olarak, yapıp etmelerimin tamamında takip ediyordu; zarafet. Sonradan anladım ki bir zamanlar Zarifler Sokağı’nda yaşayanlar, zarafet ehliydi. Bilge bunu tavrına nasıl yansıtıyordu? Bu soru benim için özseldi. Anladım ki bilgeler karşılarındakine, kendilerini boşaltmıyor, onların seviyesine göre veriyor. E bunu bilemeyecek ne var, değil mi! Lâfa gelince kolay. Bu, bir kişinin “kendini ifade etme arzusunun” ötesine geçtiği çok zor bir aşama. Zira, oraya “bilerek” ulaşan kişi; bilgisini aktarmak, bildiği üzerinden kendini bilmek zorunda olduğu için konuşmak zorunda. Çünkü “bilinmek isteyecek” illâ. Kim? Oysa bir bilge, sadece talep varsa konuşuyor. Bunu “giyilmiş” bir erdem olarak, yaşamın tamamına yaymak İnsana pek yakışıyor. Hakarete maruz kalsalar da susabiliyor; soru kılığında hesap sorulunca yanıtlamıyor, bunu karşıdakine, kendini kötü hissettirmeden yapabiliyorlar. Bunu, soyutun doruğunda, ancak boşluğu kavramış bir akıl yapabilir.

Gelelim benim “şimdi ve burada”yı aşma hamleme. HML köklü “hamle” sözcüğünü, saldırma olarak değil de yüklü olmak, hamile olmak tınısıyla tercih ediyorum. Tamamlanamamış olmanın verdiği yükten daha acı ne ola! Doğum, burada ölerek varılan bir doğumdur. Yolda biraz ilerledikçe, eş deyişle kendimizle yüzleştikçe, çirkin yanlarımızı kavradıkça, yukarıda değindiğim neden-etki çevrimi hızlanıyor. Başka bir koşulda değil suçlu, sorumlu bile tutulamayacağınız bir niyet kayması önünüze devasa bir sorun olarak çıkmaya başlıyor. Ağzınızı açık bırakacak türden haksızlıklarla karşılaşmaya başlıyorsunuz. Yolun başından verilen bir tepkiye yolun sonunun vereceği karşılık ne olabilir? Tecrübesi olan merhamet ediyor, kendinin geride bıraktığı o ruh halini hatırlıyor. Bunları irdelemezsek; “döngü”, “oroborus” filân… Fiyakalı konuşup dururuz. Son dönemde tatsızlık yaşadığım tanıdıklarım, bunları idrak etmeme neden oldular. Onlara ebediyen minnettarım. Belki de % 99.5 haklı olduğunuz bir olayda, haksız olduğunuz % 0.5 üzerinde durmanızdır sizi daha da lâtifleştirecek olan. Bu şart mıdır? Bence, hayır. Deli işi. Tutku işte. Bu aşamalarda, “asla” dediğiniz kişilerden uzun yıllara yayılan “özür”ler de gelebiliyor. Yine de en zevklisi, birbirini eleştirerek destek olabildiğimiz, birlikte büyüdüğümüz ilişkiler içinde olabilmek. Herkesin kendi hatasını paylaştığı, müthiş bir dinginlik. Bu tür yüzleşmeler, “dökülmeler” ciddi sorunlar varsa gerçekleşiyor. “Sorun” sandığımız, devinim potansiyelimizi dürtüklüyor. Örneğin yetişkin çocuklarıyla sorun yaşamayan ebeveyn pek az. Çocuğuyla arasının düzelmesi için gözyaşı döken, yüreği parçalanan bir anne yaşam boyu geliştirdiği setleri indirerek çare aramaya başlıyor; acılı bir arayış. Biriyle ilişkide olmak, “kendi başka”nla olmak demek; eşin sana katlanabilir ama çocuk basıyor tokadı. Uzun süren çift ilişkilerinde, eşlerin giderek birbirine benzemesi, halının altının epey dolu olmasından bağımsız bir durum değil.

Koca bir cümle var felsefecilerin ağız dolusu tekrarladığı; “Saltık olanda olumsuz yoktur.” Kendini tanıma yolunun ehli de şöyle der: “Kolaysa, durma yap!”

Gevezeliği bırakayım, sadede geleyim artık. Bir saraya davet edildiğinizi düşünün. Her aşamasında kontrol yürürlüktedir; izin verildiği ölçüde davranabileceğiniz, yalnızca izin verilen odalara girebileceğiniz bir ziyaret olacaktır. Ziyaretinizde kral ya da kraliçeyi göreceğinizin garantisi yoktur. Bundan böyle tanıştığım herkesle, içinde bulunduğum her ilişkide, en azından bir sarayı ziyaret etme “potansiyeli”nin bulunduğunu unutmamaya çalışacağım. Uzun vadeli ilişkilerde “şimdi ve burada” kotarılabilse de asıl sorun, iletişim kanallarının kirlenmesi olarak karşımıza çıkıyor. Bunun, bireysel bazda önlenmesi mümkün. Bütün mesele, “saray”ın ancak bir potansiyel olduğunu unutmamak ve kulübemizdeki deliklerden giren esintinin söndürdüğü beklenti mumlarını yakıp durmamak. Bırakın üşüyelim. İlişkiyi besleyeceği düşünülerek yapılan eleştiriyi kabul etmek, her babayiğidin işi değil. Kendini, vicdanında aklayan kişi şuradan belli oluyor: “Olaydan” sonra duygu değil, düşüncesi oluyor. Bu, tespit edilmesi güç bir ayrım zira vicdan sarayında kim oturuyormuş meğer, aşağıda paylaşacağım sizinle. Özür dileyemeyen kişi, gönülden teşekkür de edemiyor. Hele minnet duygusu içinde yaşadığımız çağa uzak duruyor. Minnet duygusuyla dolup coşmakla, minnet duymayı bir eksiklik olarak duyumsamak, bir halkayı birleştiren iki uç. Bundan böyle kimseye ruhsal bir kulübede yaşadığını imâ etmeyeceğim. Kendi alanımı insana yakışan bir özenle temizlemeye, inşa etmeye devam edeceğim. Mertebeleri dolaşıyorum fakat artık “şimdi ve burada”ya aşkın bir makamda karar kılmaktır gayem. İsmail Emre’nin dediği gibi; “Kimsenin kulübesini yıkma; bir saray inşa et, onlar da sarayda yaşamaya özensinler.” Başka bir yerde de “Allah, vicdan sarayında oturur” der.

Siz okuduğunuz, ben de yazdığım bu satırları yıkacağız. Yıkacağız ki yeniden inşa edelim. Şimdiden, on farklı açıdan daha anlatabilirim. Artık sona geldiğimiz için başa dönelim: Kulübede oturanla, kulübesini görmezden gelerek mi gerçek bir ilişki içinde olunur? “İnsan olmak anlaşmakta diretmektir,” kime yahut hangi Ben’e söylenilmiştir?