Kovid krizi ile korku ve çaresizlik duygularının, belki de ilk kez bu denli küresel bir ölçekte deneyimlendiği, tarihi bir geçiş dönemine tanıklık ediyoruz. Bir değişime değil de dönüşüme tanıklık etmek, bir düşünürü toplumun diğer bireylerininden daha farklı etkiler. Dönüşüm, bir sürecin sonucu olarak ortaya çıktığı için, düşünürü, sürecin anlamlandırılması gibi ağır bir sorumlulukla karşı karşıya getirir.
Pandemi olarak adlandırılmakta acele edilen dönemin başlangıcı, gerçek bir düşünür için bir sürecin devamı idi. Neler olup bittiğini anlamlandırmak şu anda, belki de artık daha kolay, fakat bu netlik krizin başında yoktu. Dolayısıyla, sayıca pek seyrek bir düşünür grubu, öngördükleri bir seyir içinden anlamlandırmalarını aktardı bize. Düşünürlere, görevini yerine getirmiş olmanın huzurunu yaşatmış olsa da; altın niteliğindeki bu yol göstericilik, başarısız bir teşebbüs olarak tarih sayfalarına geçecek gibi görünüyor.
Neredeyse iki yıldır, birçok bilim insanının, olay seviyesinden, olguya geçemediği ve sığ değerlendirmeler sonucunda halkı çaresizliğe mahkum ettiği bu krizin içinde yaşıyoruz.
Birçok haksız uygulamanın, hak ve özgürlük yitiminin, oturtulmaya çalışılan yöntem sorunlarının boğuculuğuna tanıklık ettiğimiz bu dönemde, her safta ön plana çıkan kavram bilim oldu.
Bilim, ondan hareketle, onun uğruna hareket ettiğimiz bir çatı kavram olarak, belki de her evde anıldı. Bir çatı kavram olması nedeniyle sığınılan bir uğrak oldu. Maalesef, bilimin bir kavram olarak kavranılmasındaki güçlüğün, “zorunlu” sonuçlarını deneyimlemek de bu dönemin belki de en usandırıcı yönlerindendi.
Basitçe ifade etmek gerekirse; bilime, olaydan hareketle varılan olgunun, kavrama yükseltilmesi yolu ile ulaşılır.
Bilim bir süreç ve bir sonuçtur. Süreçten söz edebilmek için, olaydan, olguya geçiş tamamlanmış olmalıdır. Bir başka deyişle; neden-sonuç ilişkileri bitmiş, tamamlanmış ilişkilerdir olgular. İçinde bulunulan anda, duyu algılarına çarpanlar ise olaylardır; bunlar, bize nedeni açıklamaz. Bilim, eğer bir süreç içeriyorsa, bilimdir.
Aşı, bilim kavramı altında bir terimdir ve bilimsel bir sürecin sonucunun, bir ürün olarak ortaya konulmasıdır. Bu aşamada, teknoloji de sürece dahil olur. Aşı, bilimsel bir sürecin son ürünüdür ve eğer bu süreç “bilim” olarak adlandırılacaksa, sonucun yeni bilgi üretmemesi gerekir. Yeni bilgi üretiyorsa, olayların ve olguların değerlendirme basamaklarına geri dönülür. Acil kullanım onaylı bir aşının gerekliliği ve olası yan etkileri bilimsel bir çerçevede değerlendirilecekse, yolu aydınlatacak fenerimiz “şüphe” olacaktır. Oysa, en başından itibaren, aşıların yeni bilgi üretmesini, inkâr ederek yok sayan bir tutumla karşılaşıldı ki bu asla bilimsel bir tutum değildi.
mRNA aşılarının Kovid-19 uygulamalarının, bir verem bir hepatit aşılarında elde edilen başarıya ulaşması gönülden dilenilse de, bu aşının henüz nedensellik aşamasını geçmeden uygulanması ve bu uygulamanın yaygınlaştırılması üzerinde durulması gereken bir olaydır.
Aşı, PCR (Polimeraz Zincir Reaksiyonu) bilimin, teknolojik uygulamalarıdır. Bunların kullanımı teknisyenlik becerisi gerektirir. Teknokrat ise, uzmanlığı “kuramdan daha çok”, üst düzey bilgi, ve uygulama becerisine dayalı olan ve yönetimsel süreçlerde de yer alabilen kişidir. Bilim ise kuramdan bağımsız yapılmaz. Teknokrat bir akılla Theoria’nın neredeyse sonsuz derinliklerine bir dalış yapmak ise sanırım olanaksızdır.
Kovid krizinde sıkça işittiğimiz, “bilim uğruna” “bilim adına” türü söylemlerin, son kullanıcı aşamasında en iyi ihtimalle, teknokrat bir grubu sürece dahil ettiğinden söz edilebilir. Dolayısıyla, geliştirilen bir aşının, düşünsel sürecinde bulunmayan bir kişi, bilim sayesinde geliştirilen bir ürünün son kullanıcısıdır: teknisyen, teknokrat. Oysa bilim, düşünsel ve eylemsel olarak iki ana gövdeye oturur.
Bir tıp fakültesinde görev yapan bir doktor; gerçek bir araştırmacı olabileceği gibi, bilimsel çalışmaların ürünü olan bir teknolojinin uygulanmasında ve sonuçların değerlendirilmesinde mahir bir teknokrat da olabilir. İkincisi, tıp fakültelerimizde daha kalabalık olan bir gruptur.
Verdikleri beyânatlarla ülke yönetimine el atan ve kendilerini “bilim insanı” olarak tanımlayan hocalarımızın öncelikle, teknokrat olduklarının ve yönetime katılma çabalarının bu terimle mükemmel bir uyum sağladığı görülmelidir.
Aklımızı kullanmak insan olmanın bir gereğidir; akıl, süreçte ve süreci okuma becerisinde etkinleşir. Olay düzeyindeki değerlendirmelerde akıl henüz devreye girmemiştir.
Örneğin; (G)enetiği (D)eğitirilmiş (O)rganizma, bugün geldiği yerde, artık tamamlanmış bir süreçtir. Fakat, fikrin ortaya ilk atıldığı dönemde GDO’nun açlığı önlemek için geliştirilen bir teknik olduğu ileri sürülmüştü. Bu süreçte, olay düzeyinden olgu düzeyine çıkamayanlar yine “veri” yarıştırmıştı; iki grup da bunu bilim adına yapıyordu.
Oysa, şu anda GDO uygulamalarının, küresel tohumculuk ticareti düzeyine ulaştığı ve birçok ülkenin tarımının, dışa bağımlı bir hâle getirildiği artık tartışılamayan bir gerçektir. En başta amaç olarak ileri sürülen açlık ise, hâlâ olanca şiddetiyle devam etmektedir.
İçinde bulunduğumuz bu kriz döneminde, duyu algılarımıza çarpanları (olay) yarıştırmadan sürecin nasıl yapılandığını okumaya çalışmak daha yerinde bir tutumdur. Hâlihazırda, büyük bir sermaye transferinin gerçekleştiği; küresel problemlere üretilen, küresel çözümler ve istisna hukukunun uygulanmasıyla, ulus devletin baypaslanabildiği; küçük esnafın, işçinin endişe verici bir biçimde fakirleştiği; kişisel hak ve özgürlüklerin erozyona uğradığı, anayasal hakların çiğnendiği bir krizin tam ortasında, doğru okuma yapmaya çalışmak değerli bir çabadır. Bilimsel tutumun ön gereği olan şüphe etmek, bu dönemde bilim karşıtı bir duruşmuşçasına hor görülüyor. Üstelik bilim adına!
Bilimsel paradigmanın değişmekte olduğu, bilimin bir darboğazda olduğu uzun zamandır bilinen bir gerçek. Bir zamanlar, örneğin Galileo gibi bir bilim adamı, karşısında kalabalık bir ruhban sınıfı bulmuştu. Bugün, çokça teknisyen, en iyisi teknokrat ve eser oranda araştırmacı bilim insanı barındıran fakültelerimizden, “sorgulayanı sorgulayan” sesler çıkaran grubun kalabalık olduğu gözlemleniyor. Bir dönemin ruhban sınıfı da “sorgulayanı” istemiyordu.
Üzülerek değil, kahrolarak söylemeliyim ki hocalarımızın çoğu, neden-sonuç bağlantısı kurmakta zorlanıyor. Bilimin, düşünsel ve eylemsel aşamalarından ilki, “mantıksal” ve “psikolojik” olmak üzere iki evreyi içerir. Mantıksal çıkarım yapmak, zihnin değil aklın bir işidir. Hocalarımız bu konuları atlıyor, vahim konuşmalar yapıyor. İki bin beş yüz sene önce Aristoteles’in bu bağlamda yürüttüğü aklın dahi özümsenemediğini ve sıkça olay, olgu ve kavramın karıştırıldığını gözlemlemekteyiz. En basitinden, genellemeye ulaşabilmek için gözlem ve deney yoluyla olguya ulaşmaya, oradan da olguları karşılaştırmaya olanak veren İndüksiyon yönteminin, Dedüksiyon yöntemi ile karıştırıldığı, ve buna uyanan bir anlayışın yeşermediği tuhaf bir döneme tanıklık etmekteyiz. Değerlendirmeler, ki Kovid-19 için aşının etkileridir, dedüksiyondan, indüksiyona tuhaf bir kural tanımazlık içinden yapılmaktadır. Dedüksiyon, doğru öncüllerden, sonuca doğru ilerlemenin ve bunun bir zorunluluğunun arandığı bir yöntemdir ki çoğu hocamız, mRNA aşıları ile bu zorunluluğun yılmaz bekçileri oldular. Bunun bilim adına yapıldığı söylenilse de, kendilerinin teknokratlar olduklarının bilincinde olmadıklarını gözlemlemenin utancıdır payımıza düşen.
Bilimsel bir süreç söz konusu ise, ulaşılan sonuç yeni bilgi üretmez. Yeni bilgi üretme riski, aşı çalışmalarında, “faz” olarak tanımlanan evrelerde yeni ürünün gönüllü denekler üzerinde denenmesi ve nedenselliğinin gösterilmesi ile saf dışı bırakılır. Tercihen insan denek öncesi, hayvan denekler kullanılır. mRNA aşıları, klasik aşılar gibi istatistiksel olarak tartışmasız bir fayda aşamasına ulaşsa da (umarız ulaşır) küresel uygulamalarla, insanların henüz faz çalışmalarının başında bir aşıyı olmaya mecbur bırakıldıkları bir gerçektir. Bugün itibarıyla, Faz 3 çalışmalarının zaman ayağı henüz tamamlanmamıştır.
Sürecin, yalnızca bilimsel yanının, oldukça yüzeysel bir irdelemesine olanak veren bu satırları, özellikle hukuk ve düşün insanlarını, suskunluklarını sonlandırıp açıkça konuşmaya davet ederek tamamlamak istiyorum. Ülkemizde, dört yıllık bir okulu bitiren herkesin, kendini bir aydın olarak savlamasının önüne geçilemiyor. Yakın tarihimizde, derinlemesine bir “Aydınlanma” eleştirisi yapılamadığı için, bilimin bir dogma hâline geldiği ve bilim yobazlığı seviyesinden konuştuğu görülmüyor. Geçmişte, doğa bilimlerinin kesin üstünlüğü, biliminsanlarının tamamının filozoflar olması ile yakından ilişkilidir. Bugün, bilim karşıtı olarak yaftalanan sesimizin, gelecekte bilim adına atılan bir çığlık olduğu görülecektir.