İnsan bir tarih varlığıdır ve kendini öyle kavrar. Kendine “ben” dediğinde, kendiyle iletişimi sağlayan aracı dildir ve dil de tarihsel bir süreçte oluşmuş varlıktır. İnsanın kendini varoluşunu idrak ettiği uzam da öyledir; bir yere, bir toprak parçasına ait olarak doğar ve o uzamın da bir tarihi vardır. Bedenin tarihi ise genlerinde işlidir.
Doğduğunda kendini akışında bulduğu tarihe “yatay tarih” diyelim. Yatay tarihi lineer kavrarız; eş deyişle bir geçmiş-şimdi-gelecek örüntüsü içinde. İnsanın bir de kendi tarihi vardır: olaylar, düşünceler, yapıp etmeler… Buna da “dikey tarih” diyelim. Dikey tarihte zaman, sıçramalı ve düzensiz olarak da kavranılır.
Yatay tarihte ortaya çıkan topluluklar ilkin törelerine bağlı yaşayan topluluklardı. Töre, bir topluluk içindeki bireyin, bağlı bulunduğu gelenek ve göreneklere dolayımsız bağlılığıdır. “Çalmayacaksın”, “öldürmeyeceksin”, “zina yapmayacaksın”… Törel birey, toplumun bir aradalığının sürdürülmesi için şart olan düzeni, üzerine düşünmeden kavrar. Töre ne diyorsa o yapılır. Kültür, ahlâk, uygarlık, vicdân, din, bu temel üzerine inşa edilir.
Kültürden uygarlığa; yerelden evrensele yükselen akıl bu bağlılığı aşar. Nasıl aşar? Unutarak, yadsıyarak değil kapsayarak. Bu bağlamda toplumun tözü olan aile, diğer ailelerle bir araya gelerek topluluklar oluşturur. Bu birlikteliğin maddi tarihi “boy”da, manevi tarihi ise birlikte tesis ettikleri ve düzeni sağlayan kıblelerinde idrak edilir. Kıble, bireyin yaşamına yön veren biricik amaçtır ve kabile sözcüğü bundan türer. Bir topluluğun ortak kabullerini gösterir kabile. Boyculuk, aşiretçilik ise bedenle kısıtlı kalır.
Kabilenin yasalılığının kavranılması bizim için zor değildir; üzerine dönüp düşünebilir, özne ve yüklem ilişkisini kapsamlı bir boyutta kavrayabiliriz. Lâkin bu, üzerinde düşünerek bildiğimiz, aynı zamanda “yapabildiğimiz” anlamına gelmez. Geri düşerek, acı çekerek, tekrar başlayarak bitimsiz hamlelerle kendi içimizde yasalılığı tesis etmeye çalışırken, yatay tarihin dikey tarihte kavranılması gerçekleşir. Bireysel akıl da evrensel akıl benzeri bir yolda ilerlemektedir.
Laik bir hukuk devletinin ne anlama geldiğini bilmek ile onu uygulayabilmek arasında bitimsiz bir “çelişki” ilişkisi vardır. Dışarıdaki yasayı tanıyan ve ona boyun eğen kavrayış ise, öncelikle içeride tesis edilir. Bu nedenle, yasaya saygı öncelikle kendine saygıdır. Bu tür bireylerden oluşan uluslarda, sanat ve felsefe yeşerir. Din, ancak bu bilincin geldiği dorukta bir seviyedir ve bir süreçtir; bir anda olup biten veya içine doğulan bir şey değildir.
Yatay tarihte elde edilen tüm kazanımların ortak öznesidir felsefede Tin denilen. Ne bireysel sonlu ilgileri ve kaprisinden kafasını kaldıramayan sözde solcuda ne de içi boş ritüel tekrarını din sayan din-i-darlarda yeşerir şu Tin de denilen maneviyat. Hegel, “Tin, kendini ifâde etmesine izin vermeyen toplumları terk eder,” der. Bu uyarı üzerinde derin derin düşünmek, ne yapmamız gerektiğini anlamak, ülkemizin içine düştüğü durumu değerlendirmek bakımından önemli.
Bu bağlamda; yasasız ve sonlu yaşamlarını, düşünmelerinde kalıcı yasalılığa dönüştürememiş bireylerden oluşan ulus devletlerde haliyle sorunlar oluşur. İktidarın hukuksuz uygulamalarının neşet ettiği kaynaklardan biri budur. Ne hukukun bağımsızlığının ve üstünlüğünün ne de halkın egemenliğinin hakkı verilir. Bu tür bireylerin yoğun olduğu toplumlarda törellik, törelde kendini ifâ eden Evrensel anlaşılmamıştır. Törelliği bile beceremeyen dikey tarih bireyi, mezhep çatışması bataklığına düşer elbette.
Şimdi, biz ulus devlet olmanın ancak soyut akılla kavranılabilecek o üst düzey kazanımlarını tam olarak kavramamış gerek bireysel gerek toplumsal yaşantımızda anomi içinde boğulmuşken ne yapacağız bu istilâcı güruhla, nasıl başa çıkacağız? Bir güruh ki henüz kabile düzeyinde bile rüştünü ispatlamamışlığı, “özgürlük” içinde buluverdiği kadın, kız çocuk etine olan bitimsiz meylinden kavranılan. Töresiz olduğunun bilincinde bile olmayan kibir abidesi bir iktidarın desteklediği, yasaları hiçe sayarak buyur ettiği milyonlar.
Kâhin değiliz, bir kristal küremiz yok; bu yüz yılda, göçe bağlı düzenli yer değiştirmelerin kaçınılmaz olduğunu hemen herkes görebiliyor. Göç olgusu zorunlu olarak “aşırı sağ” politikaları güçlendirecek. Global boyuttaki ekonomik ilişkiler de göz önünde bulundurulduğunda bir merkeze bağlı dijital kimlikten ibaret rakamlar olmamız kaçınılmaz görünüyor. Rasyonel akıl hadsiz bir biçimde serpildi. Oysa insan bir vicdân varlığıdır. Kendine saygısı olmayan birey ne vicdânlıdır ne de akıllı. Rasyonel aklın arsız kulelerini bir bir yıkmalı.