Bugün izlediğim filmden aldığım ders kalıcı ise, ekranla ve Twitter ile ilişkim ebediyen değişti demektir.
Aklını sevdiğim bir arkadaşımın yorumlayacağı bir filmi izlemeye karar verdim. Film, eskiden, yaptığım hemen hemen her hatada kendimle hesaplaşma biçimimin bir kısa özeti gibi. Önüne geçilemeyen bir sele, girdaba yakalanmış o eski hâlimin ekrana yansıması.
Film, Darren Aronofsky’nin Mother (2017) adlı filmi; izleyenlerin okumaya devam etmesini, izlemeyenlerinse önce, izlemesini öneririm.
Hem kadın ve erkek hem de iç ve dış dünyanın dengeye getirilişi bağlamında irdelenebilecek bir film. En azından beni esir alan okuma buydu diyebilirim.
“Bu Uçurum Kapanır Mı?” isimli kitabımın “Kadın” bölümünde, gerek kadın-erkek ilişkilerini gerekse iç-dış dengesini, dişil-eril bağlamınında ele alarak irdeledim. Bu yazıların tamamı, bu sitenin aynı adlı bölümünde de var. Dolayısıyla, o çıkarımları burada tekrarlamamaya gayret edeceğim. Bunlar “biliniyor” ön kabulü ile yazacağım.
Film simge yüklüydü. Bunların tamamına değinmeyeceğim. İmgenin ayartıcılığından, deneyimin sahiciliği oranında kaçabileceğimiz bir film bu. Deneyimin, hâlâ kanayan, henüz kabuk tutmuş, kabuğu henüz kurumamış, kalkan kabuğun tekrar kanattığı, kopup giden kabuğun bıraktığı iz ve benzeri formlarda kalıntıları, anıları taşıyanların, göndermeleri daha hızlı çözebileceği bir anlatımı var yönetmenin.
“Yine başarısızlığa uğramış ben” şarkısının bitimsiz tekrarlandığı berbat bir döngü. Adam, bir egoist. Başarılı bir şair. Ürettiği işin, dış dünya ile izdüşümünün; tesisi, yönetimi ve kontrolüne adanmış bir hayat. Akıllara ziyan güzellikteki genç ve güzel karısı ile sevişmek bile istemeyen bir arayıcı. Her arayıcının, eril yanının simgesi. İçinden çıkıp geldiği ama kaybettiği dişil yanının arayıcısı; içinde bir kez bulunduğunu hissettiği yuvanın çok uzağına düşmüş bir yabancı. O kadar uzak ki, o yuvanın içinde yaşadığının bile farkındalığı yok.
Kadın, bir zamanlar hepimizin deneyimlemiş olduğu bir özdeşlik hâlinin taşıyıcısı; dişil yanımız. Yuvayı yapan o, bilinç katmanları -evin katları ve bodrum katı- arasında rahatlıkla dolanan, gebeliğini, gebe kaldığı anda bilen, olumsuz enerjiyi sezen de o.
Adam parçalanmışlık; bütünsel olandan zorunlu çıkış ise, kadın da bütünsel olana aidiyetin bir simgesi. Kadın erkek ilişkilerinde sorun olan, kadınların modern yaşamda üstünü örtmek zorunda hissettikleri bir husus hayalet gibi dolaşıyor ilişkilerinde: Bütünlüğün olduğu yerde parça ayrımsızdır. Kadınlar, ilişkilerde tamlığa yönelirler. Erkek hep bir arayıcı olarak kalır. Baş başalık, kadın için kendilik iken, erkek için henüz erken olandır. O, hâlihazırda yuvada olduğunu hatırlamayan, dışsal olana yönelimin zorunluluğu nedeniyle, bir türlü eksiklik duygusunun tamamlanamadığı bir bedende hapsolandır.
Burada, sanılmasın ki kadınlarda bu eksiklik duygusu yoktur. Başta simge ile imge uyumuna o nedenle değindim. Kadın bedeni imgesinde gösterilen dişil simgesellik, kadınlarda da iç ve dış ayrımı nedeniyle bir arayış olarak yaşama yansır. Kadın ve erkek bedenleri birer göstergedir. Din, bu bağlamda kız ve oğlan çocuk ayrımı yapar. Erkek bedeni, sonradan dönülmek üzere bütünsel olandan ayrılışın, eril yanın imgesidir. İlk peygamberin oğulları birbirini gırtlaklarken, son peygamberin soyu kızı üzerinden yürür. Bu sembolik bir anlatımdır. Kromozomları bile dengede olan XX’lerin, günlük yaşamda bu dengeye sağlam tutunması daha kolaydır; sezgileri, aidiyetleri daha güçlüdür. Bu yanın örtüldüğü, amacın “yuvaya dönüş” olmaktan saptığı, dışsal debdebeye, gösterişe, hayranlara, takipçilere, paraya ve nihayetinde nicel olan onca göstergeye yöneldiği kadın imgesininin ürünleri (çocuk) de erkekti filmde: Konuk kadının iki oğlu vardı ve birbirlerini boğazladılar.
Dengedeki dişil yanı kendinden şüpheye düşüren de bu yandı. “Kocanın asıl yönelimi sen değilsin,” demeye getirdi ve şüpheye düşürdü aslında merkezinde olması gerekeni. Bodrum katındaki mahreme ulaşabilen de oydu; kötücül amaçlarla kullandığı sezginin temsiliydi o sahne: bodrum, bilinçaltı*. Diğer çocuğun haksızlığa uğramasına rağmen, kendi çocuğunu kollayan anne de bu gruba girer. Kolaylıkla yönettiği erkeği, kendi amaçlarına alet eden kadın da.
Dişil sembolizma, kanayan, vajinamsı bir yarık ile güçlendirilmişti film boyunca; eril yan onu hiç fark etmedi. O hep, dışarıda yaratacağı etkinin ve sansasyonun peşindeydi. Kadın ise bunun, birlikteliklerinin varoluşsal temeline aykırı olduğunun bilincindeydi. Adam bir türlü, asıl niyetine odaklanamayan, dışsal olanın etkisine kapılan biriydi. Adam, fiillerinin sonucunu tanımaz, onlar tarafından istila edilirken kadın, tek hatasının bedelini ödüyordu: “Yuva” adamın eviydi. Sperm, yumurtaya teslim olduğunda dişil yanın evindedir. Hoş, hakikatte dişil yanımız tezahür etmez, yalnızca tecelli eder. Filmde, zorunlu tezahürün diyeti olarak algılayalım bu hatayı.
Dışarıda cereyan eden olaylar, eş deyişle erkeğin arayışının sonucu gelişen olaylar, ölüme varınca, kadın ve erkek, söz konusu diyalektik gerilimin aşıldığını hamilelikle sonuçlanan bir cinsel birleşme yaşayarak anlatırlar bize. İçe dönmüşlerdir ve bu bir döllenme, bir ürün ile sonuçlanmıştır; her fikir, her eylem bu döllenme ile bize dönme potansiyelindedir eğer izin verirsek: öz emek; öz ürün. Hegel’in Tinin dışarıdan beslenemeyeceğine değinmesi bu minvaldedir.
Eril, dişil diyalektiği yaşamı yönlendiren, fakat en yakın temasta bile ancak, erkeğin dışı ile kadının içinin birbirine değebildiği bir karşıtlıktır. Filmde, gebelik ve oğlan çocuğun doğması ve öldürülmesi ile sonuçlanan süreç çok yorucudur. Yuva potansiyeli, aktüalize edilemeyen ev, yanar yıkılır; evin her yanı istilâ altındadır. Adam eylemlerinin sonucu olarak evinin istilâ edilmesine neden olmuştur. Amacımızı her unuttuğumuzda bizim de duygu evimiz böyle istilâ edilmiyor mu? İnsanlarla uğraşmaktan bu kadar yorulmamızın, bitap düşmemizin bir açıklaması olmalı. Bedeli ödeyen dişil yandır ve onca emekle ürettiği “ürünü” adamın şan, şöhret şehvetine kaptırır.
Bir başımıza otururken, düşünce evimiz böyle bir istilâ altında değil mi? O ev her gün yanıyor, bebek hep parçalanıyor. Neden normalmişiz gibi davranıyoruz! Bunca yorgunluğun, öfkenin, tükenmişliğin nedeni, hedefe kilitli bir füzemizin olmaması ya da bir türlü hedef seçemememiz olabilir mi? Belki de seçtiğimiz hedef kısa kaldığı için çoğalıyordur. İnsanın kaç hedefi olabilir ki!
Kendi adıma konuşursam, istilâcılar kapının dışında bekliyor artık; bulduğum sükût, dünyasal hiçbir nicelikle ölçülemeyecek denli değerli. Peki, başta neden ekran ve Twitter kullanımımın kalıcı bir değişikliğe uğrama olasılığından söz ettim? O bebeği artık kaptırmayacağım. Yeni tur, yeni şans…
—————————
*Özellikle bilinçdışı olarak kullanmıyorum.