Haftalık yazımın konusunu bilerek otururum çalışma masama. Bugün, boş ekrana bakıyorum. Konusuzluk değil elimi klavyeye götürmeyen, aksine, konu bolluğu. Sıla olayı ile tekrar gündeme gelen kadına şiddet olayı var örneğin; her gün, en az bir kadının öldürüldüğü bir ülkede yaşamıyormuşuzcasına, bir süre sonra unutulacak olan. Bu olaya, Sıla olayı, kadına şiddet demek yanlış. Olay, Ahmet Kural olayı, onun ilkel eğilimleri nedeni ile bir kadını dövmüş olması, gereken tanım.

Ülkemizde yaşayan, melez (Türk-Avrupa) bir tanıdığım, çok sayıda Türk (hepimiz anlamında) erkeğinin tehditkâr bir tavırla yürüdüğünden söz etmiş, bunun nedenini sormuştu. Her an öfkelenebilen, “kodu mu oturtan”, dışa ama özellikle yanlara doğru genişleyerek yürüyen bir profildir bu. Adam, kendinden emin, vurucu tim; kafaya indirilecek bir odun olarak gövdesini kullanması daha uygun olan, tespihli bilâder takımından, Kasımpaşalı tohumdan. Yontsan, ne çıkar karşına? Ahmet Kural işte, en babayiğidinden. Biraz daha zorlarsak salon erkeklerimiz de yok diyemeyiz hani. En ufak baskıda, bağrını yırtarcasına ortama sıçrayacak ilkel çocuğu iyi gizleyen.

“Dilde şiddet, şiddetin dışa vurduğu ilk yerdir” gibi bir cümle, erken bir çıkarımdır, anlaşılmaz bu topraklarda. Geçenlerde, “düşman kadınına çarşaf dişletmek” gibi bir şeyi imâ eden bir twit düştü önüme. İnanın, dönüp tekrar bakamadım. Bu nasıl tiksinç, kaygı verici bir ruh hâlidir! Normalmişçesine yazan hesap, eğitimli, edindiği bilgiyi sentezleyebilmiş bir hesaptı oysa. Savaşlarda sistematik tecavüz, ortaya kusulan bilinçaltı demek ki, barış zamanında kuluçkada olan. Sovyetler parçalandıktan sonra, pis ağzının kenarına yapıştırdığı müstehzi sırıtışıyla, sıkça Rusya’ya giden “dini bütün” kardeş, sizi de unutmadık.

Kaba saba yazasım var bugün: “hoop!” demek, “aloo!” demek istiyorum. Ne konuşup duruyorsunuz ya hu! Tepsiyi taşıyan kim, tepsiyi? Evinize misafir gelince servis yapan karınız ya da kızınızın sigortası var mı? Maaşı yeterli mi? Garsonluk, aşçılık filan diyorum hani. Bir şey daha soracağım: Hiç utanmaz mısınız siz?

Biraz önce, bir WhatsApp paylaşımı düştü önüme. Batı’lı önderlerin nasıl da eğitimli, kültürlü falan olduklarını sıralayıp bizimkine “çakan” bir mesaj. Mesajı yazan, şarklı bir erkek olsa gerek: Macron, Putin filan arasında Merkel için sıralanan satırlarda şöyle bir tümce var: “Her sabah kocasına kahvaltı hazırlamadan evden çıkmıyor” İşte bu nedenle çok umutsuzum. Kendini, aralıksız; yüz yıl erken, iki bin kilometre fazla Doğu’da doğmuş hisseden kadınlar kulübü kuralım mı?

Düzenli okurlarım bilir, olayları önce neden sonuç bağlamında ele alır, sonra neden-etki dolayımına taşırım ki, ortaya anlam çıksın. Bu hafta, bu konuda kendim bir anlam bulamamışken, yüzeysel bırakayım diyorum, olur mu? Eğitimli, maddî özgürlüğü elinde kadınların; maaşallah, dünyada kendinden başka, bilmediği anlamadığı bir şey kalmamış, pek bilmiş eğitimli kocalarına sittin sene gönüllü hizmetçilik etmelerini, evcilik oyunlarında benimsedikleri köle rolüne rızâlarını nasıl anlayayım? Hele bir de bir erkek çocuğu yetiştirme tarzı vardır ki, tanık olduklarınız karşısında bir çene cerrahı görmeniz artık şart olur.

Bir bu kadar şuursuz olduğumuz başka bir konu da Cadılar Bayramı. Nasıl bir, içinde yaşadığı kültürü reddetmekle kalmayıp çamurlu çizmelerle üzerinde tepinmekli bir siyah huni şapka takıştır o! Nasıl bir batı kültürüne canhıraş, kendi kültürüne “asla”lı bir kolejli açılımıdır. Yanlış anlaşılmasın, benim karşı olduğum, simgesi durumuna gelen balkabağı denli içi boşaltılmış anlayıştır Halloween’e eşlik eden. Bizim, emeksiz entel kesime çok uygun bir bayramdır bu bakımdan. Cânım Pagan kültürü azımsamak niyetinde değilim; hele hele yenilmez savaşçılar, yerleşik düzen karşıtları, ruhumun yoldaşları olan cadıları azımsamak niyetimse hiç yok. Mitler bağlamında bunun hâlen dirimli bir anlatım olduğunu, eril şiddetin, bu anlatımın ruhumuzda bulabildiği karşılıktan bağımsız olmadığını irdelemeye vesile olsa ne güzel olur! Nihayetinde ortak bilinçaltımızı barındıran kaynağın, serin sularını bize taşıyacak artezyen kuyularıdır bu törenler. Ne yazık ki, insan, hakikatinden çok kopuk artık.

Sorunları bol bir ülkeyiz. Kadınlar ölüyor; işçiler öl(d)ü(rülü)yor; çocuklarımız iyi yetiştirilmiyor; eğitim sistemimiz, düzeltilmesi uzun yıllar sürecek yaralar aldı, hukuk yok hükmünde, etnik parçalanma ürkütüyor… Tüm sorunlarımıza eşlik eden gölge yanımızın hepimiz farkındayız ama önemsemiyoruz: Taraf tutma hastalığımız. Türkler, Kürtler, dinciler, ulusalcılar, gelenekçiler, modernistler… Bu gölge yanın eylemi, etiketleme hastalığıdır. Önyargının, düşünmeye doğru atılan ilk adımı olan, karşıtları birbirinin ışığında dengede tutma çabasının kelebekleriyle dolsak. Bu inanılmaz gerilimi atlatsak sonunda üçüncü hali doğursak. Özel yaşamımda, sosyal medyada bakıyorum da pek az kişi bu dertle dertleniyor. Sürekli kendi tarafını tutmaktan sıkılmaz mı kişi? Sağlaması kolay üstelik: Düşünmelerinde bütünselliğe doğru ilerliyorsan eğer, fiillerinde de birlik yaşamaya başlarsın.

Şu sevimsiz, saldırgan, öfkeli, alaycı; demem odur ki, korkak eril tutumun gizlenmesi olanaksızdır. Erekte olmuş penis misali aramaya devam eder, dışarıdaki kadında değil; ta ki içindeki, kendindeki dişil yanı bulup huzura ere. Bedenlerimiz, yeterli zaman geçtiğinde yetişkin biçimi alıyor mutlaka, ruhlarımız ise çocuk kalıyor. İnsan olma potansiyelinin bir türlü gerçekleştirilememesi ruhumuzu kemiriyor. Platon ve Aristoteles, aklı, ruhun (psükhe) bir bölümü, yetisi olarak tanımlamışlardı. Bu dönemin payına ise ruhun olduğuna inanmayan psikiyatristler yetiştirmek düştü. Kişilerin birbirine; hürmet, merhamet, muhabbet duymadığı zamanların geleceği konusunda uyarılmadık diyemeyiz. Geldi de, onu, sürekli ötekine geldi sanıyoruz.