Ramón Salazar’ın, La Enfermedad del Domingo (Sunday’s Illness) adlı filmi, son yıllarda izlediğim en etkileyici film. İlişkiler ve yaşama dair güçlü bazı mesajlar, sanırım daha az konuşularak verilemezdi. Ayrıca, oyuncuların performansının hayranlık verici olduğunu da söylemeliyim. “Kadın çok konuşur” stereotipine pâye vermemişliği gönlümde taht kurdu. Görüntü yönetmeni ile tanışmak isterdim, oldukça zarif bir ruh olmalı.

Simgesel öğelerce zengin bu filmi, üç gün arayla iki kez izledim. İlk izleyişimde, simgeler, kalbime, ruhuma saklandı; ikincisinde ise çözülmek için aklıma teslim oldular.  İlkinin lezzetini, ikincide aramamalı.

Anne-kız ilişkisi gibi zor bir konunun ele alınışındaki minimalist yaklaşım çok çarpıcı. İstisnâsız, her kare, bir şölen: sahici ve dengeli. Oysa, konu ettiği ilişki türü, anne-kız ilişkisi, dengenin en zor bulunduğu ilişki; o da, eğer bir gün bulunacaksa. Anneyle hesaplaşma bitmek bilmez; dünyaya geldikten sonra onulmaz bir biçimde bizi esir alacak olan yalnızlık duygusunun başladığı yere, aynı zamanda yalnız olmadığımızı iç içe olduğumuzu deneyimlediğimiz tek yer olan ana rahmine dönmek istercesine bir vazgeçemeyişin zorlayıcı öyküsüdür bu ilişki. Ona benzemekten en korktuğumuz, sonunda mutlaka benzediğimiz; suçlamakta pek yaratıcı olduğumuz, hatta hiçbir suç bulamasak dahi, bize katlandığından dolayı kabahat yüklediğimiz, belki de tek kişi.

Monokrom, ıssız bir sahne ile başlıyor film. Yanyana duran iki ağaçla… Öyküdeki kız olan Chiara’nın, bu ağaçlardan birinin gövdesindeki derin bir kovuğun içine bakması ile annesi Anabel’in yaşadığı mekâna aktarılıyoruz. Zarif bir zenginlik, yerli yerindelik ve yüzeyselliğin ağır bastığı bir yaşamı olduğunu anlıyoruz Anabel’in. Kızı Chiara’yı sekiz yaşındayken terk etmiş, aradan geçen otuz beş yıl, ne eski eşi, ne de kızı ile bir teması olmuştur. Onları terk etme nedeni, “daha fazlasını istemek”tir.

Onca yıl aradan sonra anne-kız, birlikte on gün geçirirler. Böylesine yüklü bir ilişkinin, kendini kısa sürede kusmaması olanaksızdır ve kusar. Gücünü, savunmasızlığından alan iç parçalayıcı bir son bizi bekler.

Filmde başarıyla işlenmiş bir anne-kız ilişkisinin yanısıra; anne-baba-çocuk ile anlatılan tek bir kişinin öyküsünü de bulmak olanaklı. Anabel, topluma ait yanımız, korteks baskımız; Chiara, içtepilerin yönlendirdiği güdüsel yanımız, baba ise aklımız.

Anabel’in, sanki yokmuşçasına yaşadığı, baskıladığı güdüsel yanı ile ilk teması, kırmızı şarap istemesine karşın Chiara’nın, ona beyaz şarap vermesiyle gerçekleşir. On gün birlikte yaşamak isteyen Chiara’nın bu talebinin, Anabel’in ve çevresindekilerin anlamlandırabileceği bir yönü, bir gizli ajandası yoktur; sanki aynı dünyayı, benzer değerleri paylaşmıyorlardır.

On gün, Chiara’nın yaşam alanında geçer, bilinçaltından gelen mesajların ilk uğrağı olan doğamızın. Anabel, Chiara’nın varoluşundan otuz beş yıl kaçsa da sonunda yine ona yakalanmıştır. Yeni yaşamı, toplum ile uzlaşan yanı; tüm zenginliğine inat, anlamsızdır. Kısaca, o bir “protokol eksperi”dir; sahici değildir. Sakin, hatta yer yer birbirlerini görmedikleri bir on gün geçirmektelerdir. Annesine, babasının öldüğünü söyler Chiara. Akıl, onun için değildir. Mezarcıya, köpeğini, dirimli alt doğasını-sezgilerini rahatlıkla bırakır ve sonra onu annesine ulaşmak için bildiği tek araç olarak kullanır. Annesi ise mezarcı ile, ölüm ile dahi, planlanmış, yalan bir tavır içindedir. Sezgi, bizi bize yönlendirir, alkol ile kendimizden kopmamıza, telefon ile dış dünyaya açılmamızı istemez; kendine yeterlidir.

Anabel, yalnız olduğunu, kimsenin bakmadığını düşünerek, “Dream a Little Dream of Me” ile dans ederken, dans edişi ritme uygun değildir, tutuktur. Oysa, yalnız değildir. İzinsiz güdüsel yanı, onu, loş merdivende oturmuş izliyordur. Kısa bir süre sonra, bu sefer, Chiara’nın, tamamen farklı bir tempoya, “99 Luftballons” ile uyumlu dans edişine tanık oluruz. Onca zaman sonra yakınlaştıkları ilk ânı, “elâlem ne der!” kaygısının dışavurumu olan bir soru ile mahvetmiştir Anabel. Çünkü, dış kabuğu doğası olmuştur âdeta, daha iyisi elinden gelmez. Her eğitimli, şehirli annenin temsilcisidir; onca kontrole karşın yaşamın akışından, berbat sürprizlerinden kaçamamış olmanın verdiği çaresizliğin. Paris buluşmasında, babanın ona söylediği gibi, “başka herhangi bir yerde ama asla bulunduğu yerde olmadığını” duyumsatan ayak oyunlarına düşkündür.

İlişkileri, yitik bir ilişkidir. Böyle bir ilişki, öldürmek pahasına diriltilebilir mi? Anabel’in bir türlü kalkmasına izin vermediği korteks baskısı, Chiara’nın ona sıradan çaymışçasına sunduğu “magic mushroom” çayını içirmesiyle, kalkar. Ağacın kovuğuna, içine, karanlık olan yanına bir göz atabildiği tek fırsatı yakalar böylece. O, bir senfoni idare etmek isterken, detone sesler çıkaran enstrümanla ilgilenmesi, kör-topal da olsa devam eden müziğin durması, derin bir yalnızlığa, sessizliğe bir adım atması demektir. Kızıyla, baskıladığı yanıyla her temasında biraz ölür Anabel.

Chiara, Anabel’in kaçtığı kendidir. Anabel (amabel) yani sevilir olmak, aslı Chiara (berrak, ışık) olan yanımızın hakkını verdiğimizde mi açığa çıkıyor? Onarılmaz görünenin, kaçınılmaz olanla karşılamasında “Mama, korkmuyorum, her şeyi anlıyorum” diyerek dönüştüğü yer midir anneler ile kızlarını bekleyen? Kim bilir, herşeye karşın şefkatin yaşatılabildiği her ilişkide bu olanak saklıdır belki de…