Zamansız varlıktan, varlıksız zamana; oradan varoluşun zamanına; derken zaman-mekân-hareket üçlüsünün birbirinden bağımsız olmadığının gösterildiği günümüze dek zaman, İlkçağ filozoflarının da dahil olduğu hararetli tartışma konularından biridir.

Aziz Augustinus’un İtiraflar’ının[1], XI. Kitabı’nda ele alındığı biçimiyle zaman varlık ilişkisi, günümüzün zaman anlayışına öncül bir çalışma olarak görülebilir. İnsan algısından bağımsız bir zaman anlayışının olanaklılığını sorgulayan Tanrıbilimci bu filozof, zamanı, geçmiş, şimdi ve gelecek olarak ayırarak bilinçle olan ilişkisini ortaya koymuştur: Anımsamayı geçmiş, umut etmeyi ise gelecek boyutu olarak nitelendirmiştir.

Böylece, psikolojik bir sezgiden, sonsuzluk fikrine, başka bir deyişle zamanın bir ilişkilendirme biçimi olarak ele alınışına uzanan yeni bir kapı aralanmış; giderek, varlığın geleceğe açılan varoluş olması nedeniyle zamanın asıl boyutunun, geleceğe yönelmiş olanaklılık olduğu fikri öne sürülmüştür.

Geleceğe yönelik gereksinim, geçmiş ve geleceğin olumsuz birliği olarak şimdi’de, geçmişte edinilen deneyim filtresinden geçirilmiş olarak bulunur. Bu nedenle, insan varoluşunun zamandan bağımsız olarak ele alınamayacağının bilinci, bir geçmiş ve gelecek varlığı, özgürlük ve zorunluluğun birliği olarak insana, tarihsel bir kimlik vermiştir.

Toplumsal tarih ile öznel tarih, birbirinden ayrılamayan bir bütün olarak, özbilinçli özne tarafından şimdi’de sentezlenir. Hegel, tinin kendilik bilgisini oluşturma yolunda sarf edilen emeğin bizzat tinin edimsel tarihi olduğunu ileri sürer: Tin kavramı, içeride olan bilinçsiz bir güdüdür ve dünya tarihinin işi ise onu bilince çıkarmaktır.

Bu bize, bir toplumun oluşturulması kadar sürdürülebilmesi için bu toplumda yaşayan bireylerin, dikey tarihin özneleri olarak, yatay tarihte katılımlarının ne denli önemli olduğunu gösterir.

O hâlde, bir tarih varlığı olan insanın geleceğe yönelttiği bir duygu durumu olarak umut, kavramsal açıdan ele alındığında, öznel bilincin tikel bir belirlenimi olabileceği gibi, yine bireysel bilincin bu sefer, tümel bilinç altındaki bir belirlenimi de olabilir. Bu durumda, umut, hangi ben’in umududur?

Bilinç, özbilince doğru evrildikçe, tek tek şeylere yönelmiş öznel istekler de istence doğru evrilir. Böylece, zamana ve olaylara saçılmış ve hatta bir süre sonra unutuluvermiş irili ufaklı umutlar giderek tek bir belirlenim altında toplanmaya başlar ki, burada, istenci tetikleyen biricik unsur tutkudur.

İstek, tümevarım; istenç ise tümdengelimli doğadadır. Bu durumda, özbilince doğru giden aşamalarda mertebelendirme kaçınılmaz olacağından, bir özbilinç varlığı hâline gelmiş insanın umut edebileceği tek bir konunun kaldığından söz edilir. Bunun ne olduğuna yazımın sonuna doğru işaret edeceğim. Hazır olmayana, umutsuzluk ve huysuzluk; hazır olana ise mutluluk verecek olan bu derinlik, giderek bir mertebelendirme çerçevesinde ele alınacak konunun, başında değil sonunda söylenilmeli.

***

Duyum ve sezgi içeriklerinin yeniden üretilip düşünce olarak ortaya konulduğu bir bilinç düzeyinin umutlarının istek biçiminde, beslenme, barınma, üreme alanları ile ilintili olması doğaldır, kaçınılmazdır. Yine de kendini doğa ile belirlenmiş olarak bulduğunda, istencin istenci, dolayımlanarak ussallığa yükseltilmek suretiyle asıl doğasına kavuşmaktır. Bu yönde bir seyir için birey üzerinde baskı yaratır.

Daha gelişmiş bir bilinç tipi olarak, insan olmanın anlamını, insanın evrendeki yerini sorgulamaya başlayan bilincin, umudu dile getirişleri tümel kiptedir. Lâkin, evrensel bireysellikte ilerleyiş, eş deyişle kavramın olgusallaşması, tikel özün kendini yitirişi olarak hissedeceği zorunlu uğrağa geldiğinde, umut karşıtına dönüşerek umutsuzluk olacaktır. Dolayısıyla, bu tür bilincin istek ve istenç ilişkisi yukarıda tanımlanan bilinç düzeyiyle benzerlikler taşıyacaktır.

O hâlde, tarihte paradigma değişimlerine neden olabilmiş, dünyaya yeni bir yön verebilmiş yüce kişiliklerin tutkuları olarak beliren umutlarının kaynağı farklı mıdır? Yukarıda değinilen umutsuzluk eşiği nasıl aşılmıştır?

Benzer bir biçimde, kendi dönüştüğünde, dünyanın onunla dönüştüğü bir süreci tamamlayan, nesnel ve öznel istencin kendinde bütünüyle barışık olduğu tutkulu bir kişi, neyi, nasıl ve niçin umut etmiştir?

Varlığını tözsel tine bir araç olarak sunabilecek denli cesur, içkin ussal özün kendini gerçekleştirmesini sağlayabilmesi için tikel belirlenimlerinden kolaylıkla ferâgat edebilen, bir Medius terminus olabilen bu tür kişiler kimlerdir?

***

Günümüzde, kitlelerin ekonomik, sosyo-kültürel, politik açılardan yönetilmeleri ve yönlendirilmeleri söz konusu olduğunda, yukarıda sözü edilen ilk bilinç seviyesi hedeflenmekte ve tutsaklıklarının artırılması yönünde uygun araçlarla işlenmektedir. Bahsi geçen ikinci grup ise genel bir eğilim olarak muhalefet kanadını oluşturur.

Uygulama sahasında vasat ile yetinen bilincin umudu, kalabalıkların siyaseten yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önemli bir araçtır. Bir miting alanına toplanmış milyonların bir şiirle coşturulabilmesi, umut nesnesi olarak vaad edilenin, “şimdi” yerine getirilememiş olmasının, gelecekte yerine getirilemeyeceği anlamına gelmediği savından dayanak alır. Hatta, belki de böyle bir coşkuda umut, umudun özsel olarak barındırdığı saltık olumsallık nedeni ile gelecekte başarılarak olumsuzlanacak ve dolayısıyla ortadan kaldırılacak olma tehlikesini beraberce ötelemektir.

Kitlelere yön verebilen bu türde bir olgusallık, sırtını her zaman, henüz özbilinç olarak kavranmamış olan bireysel bilincin, ne de olsa evrensel tini sezgisel olarak barındırıyor olmasına yaslar: Bireyin kendine örtük kalan yanına.

Burada göz ardı edilmemesi gereken, söz konusu coşkuyu yaratabilen retorik ustasının da benzer bir ıssızlıkta bulunma olasılığıdır. Tikel ve yerel istekler umut edilip hedeflense de, dile gelen idealar, evrensel olmakta; böylece denk bir dolayımsızlıkta; iki taraf için de özne ile dirimsel bir bağ taşımayan yüklemler, bir umut nesnesi olarak retoriğin omurgasını oluşturmaktadır.

Demokratik bir seçimle gelmiş olsa da giderek otokrasi yönünde savrulan yönetimlerin deneyimlendiği toplumlarda, muhalefetin de bir öznesizlik sorunu yaşadığının tahmin edilmesi pek güç olmayacaktır.

Tikel ve yerel olanı hedefleyen yönetimler, özgürlük karşıtı olmalarıyla, evrensel değerleri yaşama geçirmek üzere atılım yapan uygar yönetim biçimlerinden ayrılırlar. Tinin tözü özgürlük olsa da, dolaysız olarak verili olmayan “özgürlük anlayışı”nın gelişmesi, eğitime bağlıdır. Özgürlük kavramının bu özsel öneminden ötürü, çağdaş, lâik, insan hak ve özgürlüklerinin gözetildiği toplumlarda, öncelikle eğitim yapılandırılır. Karşıt bir girişim de, aynı nedenle eğitim alanında tutucu normların tesisini öncelikle ve özellikle önemseyecektir.

Oysa, “Akledebilen” bilir ki, hak ve özgürlüklerin giderek kısıtlanması, tarih sahnesinde yalnızca dönemsel bir kesinti anlamı taşır; özgürlüklerin baltalanması olumsuza doğru değil aksine bir sonraki zorunlu kıpı olan gelişme ve ilerlemeye doğru tepkiyi biriktirecek bir etkidir. Akleden, kendi yarattığı etkinin aslında, kendinin öncülü olan bir başka etkiye verilen bir tepki olduğunu da bilir.

***

Toplumsal birlikteliğin tıkandığı, iç gerilimin arttığı dönemlerde, toplumun ruhunun kendini giderek daha yüksek bir kavrama doğru geliştirmesi için öznelere gereksinim vardır. Modern devletlerin kurulmasından önce, bazı toplumlarda bu öznelerin, kahramanlar olarak ortaya çıktıkları görülmüştür. Bu kahramanların ortak özelliği, temsil ettikleri halkların umutlarını tek bir bedene sığdırabilme kapasiteleridir.

Eski Yunan’da, Ostrakismos uygulamasının gündeme getirilmesini gerektirecek denli Tanrısal insanların varlığından söz edilir. Aristoteles, Politika’sında[2], böyle üstün bir kişi devletin bir parçası olamayacağından, devleti aştığının kabul edilmesi gerekliliğinden ve sıradan insanlar arasında onun bir Tanrı sayılmasının akla yakınlığından söz eder. Bu olağanüstü kişileri yönetecek yasa olmadığından dem vururken şöyle devam eder:

“Onlar, kendileri yasadır ve onları bağlamak için yasa yapmaya kalkışacak kişinin çabaları boşa gider… Ostrakismos’a, yani sürgüne başvurmalı diyemeyiz; onu yasalarımız altına da sokamayız; çünkü bu da Zeus’tan egemenliğini insanlarla paylaşmasını istemek gibi olur. Bu nedenle, tek çıkar yol, doğayı akışına bırakmaktır; o, egemen olacaktır, biz de sevine sevine ona boyun eğeceğiz. İşte bu gibi kişiler şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral…”

Hegel de tutkulu bir özne olarak tanımladığı kahramanın şu özelliklerine dikkat çeker:

  • Tarihteki büyük kişilerin kişisel erekleri, dünya tarihinin irâdesini oluşturan cevherdir, cevherdendir; karşı koymak ellerinden gelmez.
  • Daha yüksek olanı, tümeli (küllî) kavrar ve onu kendilerine amaç edinirler.
  • Tin (ruh) kavramına karşılık gelen en yüksek amacı gerçekleştirirler.
  • Amaçlarını, mesleklerini sessiz sakin, düzenli bir dizgede olayların kutsanmış gidişinde bulmazlar.
  • Haklılıkları, kurulu düzenden değil başka bir kaynaktan gelir.
  • Var olanlara hiç mi hiç benzemeyen şeyleri tasarlayıp ardından giderler.
  • Doğru ve zorunlu bir şeyi istemiş ve meydana getirmiş olduklarını; içlerine doğan şeyin zamanının geldiğini ve bunun zorunlu bir şey olduğunu bilirler.
  • Ötekiler, bu kişinin bayrağı altında toplanır.
  • Ötekilere, istediklerinin ne olduğunu ilk bildiren kişilerdir.
  • Başkalarını mutlu etmek, umurlarında değildir.

Bu kişilerin kendilerini gerçekleştirmeleri, önüne geçemedikleri bir zorunluluktur. Tutkuyla bağlandıkları tek bir umudun sermaye edildiği kutlu yolda, kendileri, ötekiler için bir umut olanlardır.

Türkiye’de yaşayan yurttaşlar olarak bu satırların, okuyucuya -sevenine ve dahi sevmeyenine- Atatürk’ü anımsatmış olma olasılığı yüksektir. Mustafa Kemal Atatürk, bir imparatorluğu, “ümmet” bilincinden, özgür yurttaş bilincine, özgürlüğe, modern devlete taşıyan, tutkulu doğasının yaşamını biçimlendirdiği bir kahramandır.

Atatürk’ün, ussal olanın kendini tarihte açımlamasının zorunluluğunun bilincinde olduğu Zabit ve Kumandan ile Hasbihal[3] adlı yapıtında açıkça ortaya konulmuştur. Musa’dan başlayarak, içinde yaşadığı döneme kadar taşıdığı bölümde yaptığı yorum bu açıdan çok önemlidir.

“Özgürlük ve bağımsızlık, benim karakterimdir,” diyen Atatürk, karakterinin, kaderi olduğunun bilincinde olan bir özbilinç varlığıdır.

Sevgili dostum Mustafa Alagöz’ün bir yazısında, “Atatürk’ün, bir ulusun yeniden doğuşuna önderlik ederken gösterdiği tarihsel inisiyatif, düşünce derinliği, ilkelerindeki evrensel boyutun, Hegel’in tarih felsefesiyle taşıdığı paralellikler…” olarak ortaya koyduğu benzerlikler önemlidir. Atatürk, şöyle der:

“Diyebilirim ki, ben, ulusun vicdanında ve geleceğinde sezdiğim büyük gelişme yeteneğini, bir ulusal giz gibi kendi vicdanımda taşıyarak yavaş yavaş bütün toplumumuza uygulatmak zorundaydım.”

“Beliren ulusal savaşın tek amacı, yurdu, yabancı salgınından kurtarmak olduğu hâlde, bu savaşın, başarıya ulaştıkça, ulusal iradeye dayalı yönetimin tüm ilkelerini ve biçimlerini evre evre bugünkü döneme değin gerçekleştirmesi, doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi.”

“Bu kaçınılmaz tarih akışını, ilk anda ben de gördüm ve sezinledim. Ama, baştan sona, tüm evreleri kapsayan sezgilerimizi ilk anda tümüyle açığa vurmadık ve söylemedik.”

Umudumuzun taşıyıcısı olan kahramanlar dönemi geride kalmıştır, modern devlette kahramana gereksinim yoktur; artık, her yurttaş bir kahramandır. Kahraman ise kahramanca eyleyendir; bir zamanlar onları besleyen kaynak kurumuş değildir.

Demokratik bir rejimin, özgür yurttaşları olarak bireysel yaşamımız için, özelimiz için umut ettiğimiz şiddette hatta belki de daha fazla umudu, ülkemiz, dünyamız için yaşatabilmeliyiz.

İnsan, hem özel, hem de toplumsal olmak kaydıyla çift yönlü bir var olandır. İçinde yaşadığı topluma katkı vermek için, her zaman öznel gereksinimleri ile bir denk düşme beklentisi içinde olmamalıdır. Anımsanmalıdır ki, kahramanların özel yaşamları, fedâ edilmiş yaşamlardır.

Fedâ, uç noktada, yaşamın fedâ edilmesidir; yokluğa gidiştir… Anadolu bilgelerinin vefâ olarak söz ettiği en üst mertebe. Konu buraya gelmişken, yazının başında işaret ettiğim umuttan söz edeyim: Ölüm. Phaidon Diyaloğu’nda[4] Sokrates, baldıran zehirini içmesine saatler kala şöyle der:

“Şimdi bana dayatılan yolculuk umutla başlayacak. Ve zihninin arılaştığını ve hazırlandığını düşünen her birey için aynı umut vardır.”

Sürekli tüketerek, umudumuzu da tükettiğimiz rahat yaşamımızdan, sivil toplum örgütlerinde yer almak, düzenli okumak, yerel yönetimlerle öneri-eleştiri bağlamında temasta olmak, sendikalarda görev almak, anlayabildiğimiz ölçüde bilim dünyasını takip etmek, yazarak –yayımlatma hedefi gütmeden de olsa- bilinç seviyemizi kendi bilincimiz için açık ve seçik kılmak, sanatı takip ederek varlığına katkıda bulunmak gibi etkinliklerle çıkarsak, ilk etapta ödün vermek gibi hissetmenin, giderek içimizin umut dolması hâline dönüştüğünü göreceğiz.

Bunun nedeni, fedâkârlığın, gerçekte, insanın kendini kendi özüne vermesiyle sonuçlanan bir dengeleme edimi olmasıdır.

Hegel’in, “kahraman”, Aristoteles’in, “İşte bu gibi bireyler şehirlerinde kraldır, sürekli olarak kral…” dedikleri, Atatürk gibi olanlardır. Aramızdan neredeyse bir yüzyıl önce ayrılmış olmasına karşın bize hâlen dirimli olduğunu hissettiren şey, kendinin vefât ederek katıldığı “Anadolu tini”dir.

Bu topraklarda, umut, onun ayak izlerini takip eder.


[1] İtiraflar, Augustinus, Alfa Yay., (2014)

[2] Politika, Aristoteles, Remzi Yay., (2000)

[3] Zabit ve Kumandan ile Hasbihal, Mustafa Kemal Atatürk, İş Bankası Kültür Yay. (2015)

[4] Phaidon, Platon, Say Yay., Çevirmen: Furkan Akderin, (2013)