Bir şeyi bilebiliriz, ama bu, onu anladığımız anlamına gelmez.

Ernest Rutherford’un, tarihte ilk kez atom-altı düzeye geçişe olanak veren deneyine dışarıdan bakıldığında, atom çekirdeği, tesadüfen bulunmuş gibi görünür. Karanlık laboratuvarda, can sıkıcı deneyi haftalar boyunca sürdüren, “Hocam bulamıyoruz,” yakınmalarıyla dışarı çıkan öğrencilerini tekrar laboratuvara gönderen Rutherford, α parçacığını arıyordu.

Anlaşılmaz bir biçimde, deneyin yönünü birden değiştirdiğinde, öğrencilerinin canı daha da sıkılmıştı. Rutherford’un, deney düzeneğinin ortasındaki altın plakadan geçen değil de geri dönen parçacığın olma olasılığının peşinden koşması, var olduğunu henüz bilmediği atom çekirdeğine çarparak geri dönecek olan bir parçacığın peşinde olması demekti! Tüm eleştirilere karşın, deneyi neden böyle yönlendirdiğini bilemiyor, anlayamıyordu. Sonradan bilinecekti ki, gözlenme olasılığı 8000/1 olan bir şeyi bulmuşlardı: Atom çekirdeğini.

“Ne bulduğumu anlamak bir yılımı aldı,” diyecekti. Biliyor, ama anlayamıyordu.

Anlamak, aklı ister; akılsız başta, anlayış olamaz. Hakaret değil bu. Hakikati böyle. Eski Türkçe angla-mak, anlayış, idrâk, bir şeyin ne olduğunu akıl yoluyla kavramak demektir. Aristoteles, Varlık’a yönelmeyen aklın boş olduğundan söz eder. Bilim yaparken yoğunlukla zihin seviyesinde kalırız. İslâm Tasavvufu’na göre de zihinsel aşamada, akıl etkin durumda değildir; kendini anlamak için yola çıktığında, varlığa yöneldiğinde orada olur: Faal akıl. Tözü bir olan aklın adı, işlevine göre değişiyor.

İngilizler’in yetiştirdiği en yüksek zekâlardan biri olan ve Einstein’ın delilik ile dâhilik arasında bir yerde olarak tanımladığı Paul Dirac, Kuantum Mekaniği ile Görelilik Kuramı’nı birleştirmeye karar verdiğinde, meslektaşları bu fikrin saçma olduğunu düşünmüşlerdi. O ise alay edenlere aldırmadan, ısrarla çalışmaya devam etmişti. Sonunda bir gün, Cambridge Üniversitesi’ndeki odasında, şöminenin karşısında otururken formül birden belirmişti: γμ (ίδμ – eAμ) ψ= mψ

Sorun çözülmüştü, ancak Dirac şöyle der: “Bulduğum denklem, benim bildiğimden daha fazlasını biliyor!”

Formül o güne dek hiç bilinmeyen bir evrenin varoluşuna işaret ediyordu! Fizikçilerin anlatımıyla bir ayna evren. Evet, doğru tahmin ettiniz. İslâm Tasavvufu’nda da dile getirilen. Parçacık özelliklerinin, buradakiyle aynı ancak ters çevrilmiş olarak bulunduğu bir evren. Madde ile anti-madde; elektron ile pozitron. Ne meslektaşları ne de kendi inanabiliyordu. Yıl 1928.

Kısa bir zaman sonra, 1932’de, Carl Anderson, Dirac’ın matematik denkleminde bulduğu pozitronu laboratuvarında gözlemleyecekti. Buhar odacığında iki metal levhayla yaptığı ünlü deney sonucu saptamıştır anti-parçacığı: Pozitron. Biz bugün pozitronu kullanıyoruz artık; örneğin, hastanelerdeki PET tarayıcılar (Pozitron Elektron Tarayıcı). Muhteşem değil mi? Bu tür bilgileri ilk öğrendiğimde; coşkudan uyuyamaz, duyusal dünyaya ait tüm dertlerimi unuturum… Doktoramın insan genetiği üzerine olmasına karşın, yıllar önce, beni, aklımı ilk kez kullanmaya yönlendiren; yaşamımdaki herşeyi, bildiklerimi, en önemlisi kendimi bütünsel bir anlayışla ele almaya yönlendiren ilk kıvılcım fizik çalışmalarımdan çıkmıştı. O günden beri, elimi attığım her konuda beni yakan bu ateşin varoluşu beni hiç terk etmedi.

Dirac’ın bulgusu tek bir elektron için geçerliydi, içinde yaşadığımız dünyanın tamamı için geçerli olan doğrulama otuz yıl sonra geldi; Atlantik’in öteki tarafından. Ona Nobel Ödülü kazandıracak olan çalışmasını açıklarken Feynman ne demişti hatırlayalım: “Size ne bulduğumuzu açıklayacağım, anlamayacaksınız. Dert etmeyin, çünkü benim fizik öğrencilerim de anlamıyorlar. Onlar anlamıyorlar, çünkü ben de anlamıyorum. Hiçkimse anlayamıyor!”

Sürecin ayrıntıları ve bulguların önemine başka bir yazıda muhakkak değineceğim. Kısaca, boşluğun, aslında boşluk olmadığının gösterildiği bu çalışmanın yıllar sonra laboratuvar ortamında kanıtlanması, Murray Gell-Mann tarafından gerçekleştirilmiştir. Feynman ile aynı koridoru paylaşan inanılması güç, başka bir zekâdır Gell-Mann. Karakterleri tamamen zıt, üstün yetenekli bu iki adam arasında öylesi koyu bir rekabet vardı ki, tanık olanlar şöyle yorum yapıyorlardı: “Aralarındaki rekabet, onları hayâl güçlerini zorlamaya itiyordu.”

Size onlarca benzer örnek verebilirim ama; dikkatinizi çekmek istediğim asıl konu şu: Paradigma değiştiren çalışmalar, benzer yollar izliyor. Önce, konusunda yetkin biliminsanı daha önce hiç düşünülmemiş bir şeyi seziyor (ussal sezgi); kendine deli denilse de cesur bir kararla konunun üzerine gidiyor, belki yıllarca konu üzerine çalışıyor (emek); bir gün, bir anda çözüm ona ulaşıyor, böylece matematiksel denklem oluşuyor (vahiy); bulgu, kısa bir süre ya da yıllar sonra fiziksel olarak da gözlemleniyor/kanıtlanıyor.

İngilizcede çözümün aniden gelişine “revelation” diyorlar, Türkçe anlamı vahiy. Bilimle vahiyin ne ilgisi var değil mi? Var ama, önyargısız baktığımızda Anlayabileceğimiz türden bir ilişki. Duyusal âlem ile akıl âlemi arasında hayal âlemi vardır. Fiili, hayal etmek olarak beliren, muhayyile âleminden inendir bu vahiy denilen. Biliminsanlarının, üzerinde belki de yıllardır çalıştıkları sorunları, uykularında, yürüyüşlerinde, banyoda, derin konsantrasyon anlarında çözmelerinin nedeni budur. Sanatçıların, dindar kişilerin beslendikleri bölgeye onlar da girmiş olurlar böylece.

Burada sanatçı ve biliminsanı olarak, taklit ve tekrarın asla barınamadığı ruhlardan söz ediyorum. Hani o fevkalâde ender gelen ruhlardan. Paradigma değişimine neden olan buluşlara imza atan biliminsanları, yeni bir çığır açabilen sanatçılardır bunlar. Bilimin, sanatın peygamberleri. Her peygamber de bu nedenle devrimcidir, taklit etmez onlar, aldıkları vahiy uğruna canlarını bile verirler. Böyle biliminsanları da vardır; Ludwig Boltzmann’ı anmadan geçebilir miyim hiç! Ruhu şâd olsun!

Başta, Varlık’ı bilmek dedik; bilim dedik, sanat dedik, sona geldik; ancak kısmen bilmeye kadar izini sürebilmişiz. Aşkın (transandant) bir gösterilenin bulunamaması kaynaklı, anlamlandırma oyununundan söz eden Derrida ile oyuna dalmak da bir çözümdür elbette. Belki de O’nun kurallarıyla saklambaç oynamalı; öyle bir aşkla aramalı ki, “Kimdir bu ya Hû!” dedirterek saklandığı yerden çıkarmalı.

Kum havuzlarına el veren ustaların, kendini bilmek dedikleri yola selâm olsun öyleyse…


Notlar:
Fritjof Capra’nın Fiziğin Taosu adlı kitabını okumanızı öneririm.
BBC’nin, Atom belgeseli çok iyi bir özet.
Yüz akımız, Küçük Muhteşemdir belgeseli, ne yazık ki, ülkemizde pek az gündeme gelebildi. İzlenilecekler dizininde baş sırada.