Diyalektik oldukça popüler bir sözcük, kullanması havalı, anlaması, hele hele uygulaması çok zor. Kuşku demek çünkü. Peşinizi bırakmaz. Mantık örgüsünü oturtursunuz, kavramlar yerli yerindedir ama o, kendinizi bir bütün olarak kavramadığınız sürece baskı yapmaya devam eder. İlm-i tevhîd kimine yetse de hakikatinde İnsan, kendini bir Özbilinç varolanı olarak bilmek ister. Yoksa hep bir tamamlanamamışlık tortusu yayılır yaşama. Hegel, bu diyalektik yırtılmada kalmayı delilik olarak tanımlar; o nedenle, kurgul aşamaya geçilmelidir. Kant, dürüst olduğundan dolayı delirmiştir. Bizim ise tüm oyalanmalarımız, delirmemek için. Kant’ın ruhu şâd olsun.
Olması gereken ile olanı; sezgi ile aklı dert ettiğim bir ara, Platon ile Aristoteles’i barıştırmaya çalışmıştım; olumsal ile zorunluyu başımı çatlatacak denli düşündüğüm bir ara da Herder ile Spinoza’yı; sonra, hoşuma giden sabitesiz bir süreklilikten söz eden Heraklit ile sürekli sabiteleri anlatarak canımı sıkan Aristoteles’e gelmişti sıra. Binlerce kez okumama, bir o kadar da duymama karşın diyalektiğin, felsefedeki karşılığının kuşkuculuk olduğunu görmemi sağlayacak işitme biriktirdim sonunda: Meğer kendimle barışmaya çalışıyormuşum. Felsefe, nâm-ı diğer Philisophia, ölüm demek. Kendini konu ettiğinde bir zerrenin bile dışarıda bırakılmaması gereken, bütünsel bir varolanın, insanın, hakkını vererek nüfûz edebileceği en zor alan. Söylemesi kolay.
Nesnenizin belirlenimlerini, kavramdan mı türetiyorsunuz yoksa önceden belirlenmiş hazır bir tablodan mı? Tablo denilen şudur: Felsefe tarihi boyunca üretilmiş tüm fikirler, dinleyerek öğrendiğimiz felsefe dedikoduları. Azıcık oradan, azıcık buradan olmaz: Mantık alanında iyi gidiyor da değişmenin kendinden çıkmış olduğu karşıtlar, konu kendim olunca, tek yanlı bir belirlenim ile yetiniyor diyemezsiniz. Olsa olsa kavramlara köle olursunuz, idare edersiniz: Cazip bir kavramsal bilgi üstünlüğü, giderek kavram faşizmi…
Diyalektik düşünme, mantık-doğa-tin/akıl-beden-nefs üçlemelerinde, alan gözetmeksizin işlerlik kazanmışsa, kişinin dönüşümü kaçınılmazdır: Ortadan kaldırma, diyalektik ortadan kaldırmadır zira. Dönüşüm, kurgul düşüncenin çocuğudur. Dolayısı ile kişinin kendi ile diyaloğu, delice bir diyalektik enerji taşıdığında, düşünce taşar. Bu taşma, retoriği doğurur. Retorik ustalarının anlatımları güçlüdür. Bir birey, anlamadığı bir şeyi, doyurucu bir biçimde anlatamaz, hele basitçe asla! Kojeve’nin dediği gibi, eylem ile tutarlı söylem birliği, yeniden bir diyalektik alan yaratır. Önceleri bir sanat olarak görülen retorik, sonradan, iyi konuşarak kandırma gibi olumsuz bir anlama bulanmış. Düşünme, hoşuna gitmeyene, karşıtına sırt çevirmişse retorik niteliği olumsuza doğru inişe geçer. Burada artık hakikat çarpıtılmaya başlanır. Niyet iyidir başta ama “inandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır” sonunda. Daha derini zor bulunur bir çukur. Kendinin yapamadığı, beceremediği şeyler, yapılması olanaksız olan şeylerdir artık; yapabilenler ise katıksız sahtekâr. Kuşku, kendi üzerine dönememiş yine dışsal kalmıştır. Devinim olanağı sonsuza dek yitirilmiştir, dolayısıyla sükûnet de. Delireceğini hissetmek iyidir, olanakları zorlamaktır.
Aristoteles, Prohairesis kavramına önem verir. Akıl yürütme ile yeğleme(tercih) arasına net bir ayrım koyar. Yeğlemenin, isteyerek yapılmayan bir şey olduğundan söz eder! İsteyerek eylemde bulunmayı çocuklar ve hayvanlarla sınırlı tutar; bir de aniden ortaya çıkan davranışlarla. Ona göre, yeğleme, akılla yapılır, arzu ile değil. Kendine egemen kişi, akılla davranır, arzu yeğlemeye ters düşebilir. Daha da ileri giderek prohairesis sözcüğünün “başka şeylerden önce yeğlenmesi” gerekliliği anlamına geldiğini ekler. Kendi döneminde sıkça kullanılmayan bu sözcük ile sorumluluk, ihtiyâr ve irâde sahibi bir özneye işaret etmektedir. Bu sözcüğün kökünü oluşturan Hairesis ise Platon’un “Devlet” adlı kitabında “yaşamsal yeğleme” anlamında kullanılmaktadır. Geriye dönüşü olanaksız kılarak, yaşamın tümüne âdetâ bir yazgı gibi nüfûz eden bir aslî yeğleme. “Herkes kendine düşen sırayla Kader’in kendini bağlayacağı hayatı seçer.”
Akademisyenlerimiz, Aristoteles’in prohairesis sözcüğünde, yaşam yolunun birey tarafından çizilmesi; Platon’un hairesis sözcüğünün ise alın yazısının tezahürü olduğu gibi çıkarımlarla, daha doğrusu ayrımlarla daha rahat ediyorlar. Aristoteles’i Tanrısızlaştırma çabası görüyorum makalelerde. Aristoteles okumalarını tamamlamış biri, Teodezi’yi ondan nasıl uzak tutabilir? Şaşırmamam gerekli: Sokrates, Platon bile ateisttir bizim ellerde. Zor iş. Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Kant, Hegel… Nasıl anlayacağız bu filozofları? İnandıkları Tanrı’yı yadsıyarak mı?
Bir tarafta buyurgan bir Tanrı, öteki tarafta zavallı insan ayrımı ile yürüyemiyoruz. Aristoteles’in, yeğlemesi arzuyla değil, akıl ile yapılan bir edim olarak ortaya koyması ve onu sıkı sıkıya Erdem ile ilişkilendirmesi gözardı edilmemelidir. Erdem, Adâlet ve Tanrısallık, Aristoteles’te, biri ötekinden bağımsız olarak ele alınamayacak kavramlardır; eksik kalır, yazık olur. Normu benimsemek, Adâlet’i istemek, Tanrısal yaşama adım atmaktır. Öğrenmek, anımsamak demek değil miydi? Kuantum mekaniği ve genetik biliminin bize sunduğu bilgi, felsefe yapma biçimimizi etkilemeli; değil bir yerde sabitlenip kalmak, bir görüşü benimsemek, bu disiplinlerarası bilginin bolluğunda, coşkuyla akan bir ırmağa kendimizi bırakmışçasına akabilmeli düşünceler.
Çapraz okuma, olmazsa olmazdır. Bu toprakların değerlerine tepeden bakarak, bağrında yetiştirdiği çocukların ürettiği yapıtları önemsemeden diyalektik düşünme nasıl olacak? Kurgula daha çok yol var. İbnu’l Arabî’nin, “Füsûsu’l-Hikem” adlı kitabından, Şit peygamber faslını okumanızı takiben, prohairesis ve hairesis üzerinde yeniden düşünmenizi tavsiye ederim. Arabî, duanın aşamalarını ele aldığı bu bölümde, en güçlü duanın, kişinin isti’dâdı olduğunu söyler. Ârif, isti’dâdını ârif olan değil de kimdir?
Diyalektik düşünme devreye girdiğinde, eşdeyişle düşünme yürüdüğünde/devindiğinde, İnsan ve Tanrı’nın ayrılmaz birliğinin doğası berraklaşıyor. İnanç, yerini, görünün asıl sahibine, bilgiye bırakıyor. Gören, bilgidir. Şunu demek istiyorum. Bir hastaya bakan rahatsızlığının ne olduğunu gören, hekimin gözleri değil bilgisidir. Zira hastalığın belirtilerini herkes görebilir; hekimin tıp bilgisidir hastalığı görmesini sağlayan. Sokrates’in, “kendini tanımak” dediği, “kendi” aklının işleyiş biçimini bilmek demektir. Dolayısı ile sınırlarını; hem takıldığı, hem de ulaşabileceği sınır. Başka akılların ürettikleri ile değil, kendimizinkiyle.