Sayın Celal Şengör’ün temsil ettiğini düşündüğüm bir grup var ülkemizde. Bu grubun üyelerini biraraya getiren ortak nitelik, derslerini eksik çalışmış olmaları. Gerçeğin, neredeyse dolaysızca bilinebileceğine olan inançları onları dogmatik kıldığından, bilimsel aklın, insan aklının çıkabileceği zirve olduğuna; realist olmanın duyusal eminlik demek olduğuna; metafiziğin ise, her türlü bilinçsiz duygusal köpürmenin cirit attığı bir alan olduğuna inanıyorlar.
Düşünmek, çileli bir iştir, değil mi? Kendimize hak vererek değil yadsıyarak ilerleyebileceğimiz bir alan. Gelin, bir gazete yazısının olanak tanıdığı ölçüde, düşünme nerede başlar, nerede biter inceleyelim. İlk olarak dışarıda nesne vardır ve biz o nesneyi orada olduğu ve duyu algılarımıza çarptığından dolayı biliriz. Duyu algılarımıza çarptığı kadarının, onun gerçekliği olduğundan eminizdir. Düşünce boyutunda ise şöyle bir işleyişi vardır: Düşünerek gerçeklik bilinebilir. Nesnelere gidilir, duyum ve sezgilerin içerikleri bir düşünce içeriği olarak üretilir, böylece gerçekliğin doyumuna ulaşılır. Bu bilinç düzeyi, “Gerçek nedir?” sorusunu, tereddütsüz biçimde maddi olanı, nesneyi işaret ederek yanıtlayacaktır. Düşünme derinliği de çıkarımı ile uyumlu, “Tanrı vardır”/ “Tanrı yoktur” gibi düz mantık biçiminde olacaktır. Saltığın bilgisine, ona yüklemlerin, olumlu/olumsuz biçimlerde eklenerek ulaşılacağına inanır. Eytişime (diyalektiğe) direnen bu dikkafalılık için, varlık ile yokluk, nesnenin varlığı ya da yokluğudur. Varlık ile yokluğun dolayımsız birliğinin düşünülebilme olasılığı henüz bu bilinç için var değildir. O, duyusal kesinlik ile özdeştir henüz. Dogmatiktir çünkü tek yanlı belirlenimlere düşkündür. “Ya/ya da” mantığı.
Görgücülük/empirizm/bilimsel bilgi, bilincin nesneyle olan ilişkisinde, bir şimdi ve burada var olanı olarak öznenin devreye girip, “bu” ve “şimdi”’nin geçici olduğunun ama bunun arkasında evrensel bir bilgi olması gerektiğinin dolayımsız sezgisi ile başlar. Salt duyusal algının tekil ve geçici olduğunu ilân eder. Bulduğu “şey”leri çözmeye/soymaya/analiz etmeye başlar.
Çözümlemeci/analitik yaklaşım, nesneyi soyut tümele taşır: Sayı, metre, enerji, varlık, güç gibi kavramlara. Çözümleme/ analiz, soyut tümelin altında anlam kazanan tikel olgunun/nesnenin ilk kez anlaşılır olmasını sağlar. “Şey” olan nesne; şimdi, anlama yetisinde kuvvet ve yasadır; metafiziktir. Yasalılığı, zorunluluğu gösterilmiş olanın verdiği güvendir, bilime duyulan güven. Metafizik, mantıktır; logostur. Duyusal algı nesnelerinin gerçekliğinin yanlış konumlandırıldığının bilgisi, kavramsal düşünceye atılan bir adımdır. Görgücü bilinç, duyulur bölgenin tutarlılığını (görüngünün-duyu algıları ile algılananın) duyular-üstü bir bölgeye borçlu olduğu yadsımayı yeğlediğinden, diyalektik düşünmeye evrilmez.
İşin gerçeği, madde bugüne dek gösterilememiştir; maddî olan gösterilebilir ama madde asla, kavramdır söz konusu edilen. Madde, kendi başına tanımlanamaz. Tanımlı olan, belirli bir biçim/ form kazanmış olan “bu şey”dir; kitap, yaprak, koltuk, amorf kristal vs.’dir; biçimsiz madde yoktur. Devinen bilinç, burada, “o hâlde, her şeye zemin olan nedir, varlık nedir, töz nedir?” benzeri sorular sorar. Bilim, tikel referanslarla “çokluk” olarak algılananın, algıda “bir”liği üzerinde çalışır. Nesne ile öznenin birbirinden bağımsız ele alınamayacağının idraki önemli bir aşama olarak gösterilmiştir; gerçekleştiği yer, anlama yetisidir.
Hegel’in, Mantık Bilimi ve Tinin Görüngübilimi’ni temel alan “hızlandırılmış” anlatıma devam edersem, nesne ile öznenin birlikte kavranılmaya başladığı alanın aklın görüldüğü ilk alan olduğunu anlarız. Emprizme, düşünülebilir bir alan sağlayan soyut tümel alandan, devinime devam edilirse Hegel’in, “evrik evren” dediği bir alana geliriz. Evrik evren, diyalektik düşünce açısından önemlidir; ussal düşünmenin sine qua non’u, karşıtların birliği, burada neredeyse içinden çıkılmaz bir durum alır. Bununla ilgili bir yazı yazacağım. Şimdilik, evrik evrenin; fizik (P. Dirac), psikoloji (C. Jung) ve din (Arabî) birlikteliğinde ele alınabileceğini düşündüğümü belirtmekle yetineyim.
Soyut tümeller, bizi, çocuğumuzu kilo ile sevemeyeceğimiz, adâleti dört metre kadar alamayacağımız, toplumsal olanın zorunlu olanla ilişkilendirilmesindeki güçlükler gibi gerçeklerle başbaşa bırakır. O hâlde, bunların zorunlu bağıntılılığının ne olduğu sorusunun yanıtı ussallık gerektirir. Bu bağlamda şu anımsanılmalıdır: Akıl bireysel değildir, ama zihin bireyseldir. Zihin, parçalar, çözümler; akıl, birleştirir. Akıl konusunda düşünmeye başlayanlara, Platon ve Aristoteles’te, Nous kavramını çalışmalarını öneririm. Ussallık, ilkelere, soyut tümellere bağlı bir işletim biçimidir. Bilen kimdir? Birlik nedir? İrdeleme konusu yalnızca “büyüklük” olan, kavram olmayan matematik, bize nesnel gerçekliği vermekte yeterli olabilir mi, gibi sorular sorar. Gerçeklik demişken, Celal Şengör, kendini realist olarak tanımlıyor; ancak, kavramla bir aşinalığı olmasa gerek. Örneğin, tarihteki ilk realist filozof Platon’dur. Kavramların gerçekliğini ilkelere bağladığından dolayı o bir realistti, duyu algılarına çarpanların gerçek olduğuna inandığından dolayı değil.
Görülüyor ki, gerçek, kendini ifade etmekte, birliğe gelmiş akılları kullanmakta. Örneğin, eğitimlilerin tepeden bakacağı Tireli bir saatçi amca gelir “Şey, istidâdın, zuhuruna verilen addır, evlâdım,” der. Bize de, o henüz olmamış, pozitivist aklımızla, “Aaa! Aristo mu çalışmış acaba?” demek kalır.
Bilincin, hakikatin ülkesine girmesinin, insanın kendiyle ilişki kurmasıyla olanaklı olduğunu felsefe ve din söylüyor. Kendinle ilişkide olmak, düşünceni ikiye bölmek, karşıt olana geçebilmektir denir. İçine düşülüp, ebediyen kaybolma riski barındıran kuyularla dolu bir uğraş. Düşünce devinimlerinde, duyusal algı ile yetinmeyen bilincin, bir yerde kibre bulanarak, giderek «kuru bir ben” bulacağı konusunda da uyarılar boldur, dikkatli olunmalı. Akıl basamaklarını epey tırmanmış olanlar için de geçerlidir bu uyarı. Bunun nedenini, ben’in, koltuğunu, evrensel olana bırakmak istemeyişine bağlarlar. Salt kendi için olmak, onun hobisi olmuştur artık.
Akıl, var değildir; o, bağlantıları emek emek kurarken kendini oluşturur. Kendini çoğaltabilmek için ortadan ikiye ayrılan DNA’mız gibi ayırabilen, karşıtına geçtiğinde üreyen, üretiminde kendini tanıyabilen bir yetimizdir. Ulaştığı seviyelere göre farklı adlar alır. Tek tip değildir: Örneğin; orantı, karşılaştırma yapabildiğinde, rasyonel akıl; nedene bağlandığında, us (reason); bir gayeye bağlı hareket ettiğinde, gayiî akıl (intellectus) gibi adlar alır.
Bilimle uğraşan, eğitimli gruplar tarafından genellikle azımsanan tasavvuf, bin yılı aşkın bir süredir bu bağlantılar üzerinden işlemekte, dirimliliğini korumaktadır. Bu disiplin çerçevesinde, akıl, kişinin içinde bulunduğu nefs seviyesinden bağımsız olmayan bir derecelendirme ile ele alınır. Beş akıl mertebesinin en yükseği, Sultanî Akıl’dır. Size Metin Bobaroğlu’nun bir konuşmasından derlenen bir yazıdan küçük bir alıntı yapayım: “Sultan, eğer kimseye danışmıyor ve hüküm veriyorsa, bu firavunluktur. Akl-ı sultanî’nin “ilme” secde etmesi lâzım… Akılsız irâde keyfîdir; firavundur… Mesele, aynı zamanda sosyal yaşamı da düzenleyen bir anlatımdır ki, bu, insanın kendi mülkünde de sultan olmasını gerektirir.”
Bilimsel merakın, “hayret” etmekle başladığını, neredeyse 2500 yıldır biliyoruz Sayın Şengör. Dışkınızın tadına bakmanıza neden olan merakın, bilimsel bir merak olamayacağı açıkça ortada. “Acaba” diyorum, siz yeniden mi düşünseniz?!