Ülkemiz, hiç olmadığı kadar bir iç savaşın eşiğinde, ama bilgisizlik kendi tarafını tutmakta diretiyor. Yugoslavya parçalandıktan sonra anlatılanlardan, beni en çok yaralayan olay, kuşaklar boyu komşuluk yapan, çocukluğunda birlikte beş taş, körebe oynamış olanların, nasıl olup da yandaki eve girip komşuları olan erkekleri öldürüp, komşuları olan kadınlara tecavüz edebildiği olmuştu.

Etki, tepki yaratıyor, oysa sorumlu davranmalıyız. Gündelik yaşamda tanık olunan “bize benzemeyen”, “bizden olmayan” tutumu endişe verici boyutlarda. En basit farklılığı, en ufak eleştiriyi, gruplar oluşturarak savmaya çalışıyoruz. Özür dilemeyen, kaba tavırlar, gruplar içinde sanki haklıymış görünümü alıyor; kendimizi güçlü hissetmemizi sağlıyor. Özgün seslerin yok denilecek kadar az olması belki de bu yüzden.

Yüzlerce yıl önce Avrupa’da, bilgimizin salt öznel bilgi olduğu ve bu öznelliğin, bir en son olduğu saplantısının giderek hastalık haline geldiği konusunda kaygılanan filozoflar vardı. Türkiye, bu salgına bağışık değil ve hastalık giderek şiddetleniyor. Koyu cahil din-i-dar için, söylenilebilecek bir şey yok. Eğitimliler için var. Bu nedenle, “dışlayıcı” tutum ile ilgili yazmayı boynumun borcu biliyorum. Yetersiz din anlayışı sonuna kadar eleştirilmelidir, fakat dinleri ve inananları toptan çürük olarak ayırmak, ahmakça bir tutumdur. Kibirli olduğu denli tembel pozitivist düşünce için felsefî düşünmenin nesnelerine iyeliğinin, din ile ortaklık ettiği anlaşılamaz bir şeydir. “Gerçek, bütündür,” denilmişti oysa. Din ve felsefenin nesneleri, Gerçek’liktir. Bilinç, hatta düşünen tin bile tasarımlarını, kavramlardan önce oluşturur. Gerçeği hedefleyen herkes, bütünsel bakışa muhtaçtır.

Düşünce, ara vermeksizin etkinliğini sürdürmek ister; ürünlerini, kendi üretimi olarak orada ve kapsanmış olarak bulur. Dışsal kalan değerlendirmeler, başarısız tamir sonucunda artan vidalar gibidir: Peygamberler, dinler, metaforik ve alegorik anlatımlar, mitler, masallar, kısacası anlamlandırılamayan ne varsa bu nedenle çöpe fırlatılır.

İnsan, hayvandan farklı olarak her şeyi düşünerek ortaya koyar. Düşünme, başlangıçta duygu, sezgi ve giderek tasarım halinde yapılanır. Kavrama giderken bir durak olan çözümleme aşaması, duygu ve düşüncenin henüz birer karşıt olarak ele alındığı bir duraktır. Dinsel duygu, bir taraftır artık. Hatta dinsel duygunun, köklerini özsel düşüncelerde arama hakkı bile elinden alınmıştır. Din simsarlarının cirit attığı bölge, bu hakkın yadsınması sonucunda ortaya çıkan geniş boşluktur. İlerlerken, zorunlu olarak bu boşluğu fark eden akıl, bu aşamada dini yadsır; yadsıdığı boşluğun, düşünmeye devam ederse dolacak bir boşluk olduğundan habersizdir henüz.

Din simsarının kullanışlı duruma getirdiği bu boşluk, pozitivist düşüncenin de yuvalanması için verimli bir boşluktur. Bir tık ileriye gidebildiğinden dolayı böbürlenen, emzikli düşünme, varlık evini buraya kurmaya karar verince safını belirlemiştir artık. Oysa, biraz mürekkep yalamış bu bilinç seviyesinden, fizik yasalarının daha yetkin bir kavranışını beklemek aklın hakkıdır. Etki, mutlaka tepki yaratacaktır. Dinin köklerini düşüncede bulamaması, iki taraf için de incitici bir gerçektir. Başka nerede bulunabilir? “Yalnızca insan, dine yeteneklidir, hayvan değil.” İnsanın, Tanrısal yanını deneyimlemesine düşman bu iki bilinç seviyesi, dışarıda bir Tanrı düşüncesi ile sanrılar yaratıyor.

Uyanmadan, biraz önce uyuduğumuzu anlayamayız. Uyanma ânı, kendimizi bir “burada” ve “şimdi” varlığı olarak şimdiden verilmiş bir “ben” olarak bulduğumuz andır. Uyanma eylemi, uyuyan ben’in olumsuzlanmasıdır. Uykudaki kişi kendiyle dolayımsız bir birlik durumundadır, uyanınca, bu ben, dolayıma gelir. Düşünme ise dolaysızca bulunanın olumsuzlanmasıdır. İşte bu dolaysızca bulunan, Tümel/Küllî’dir. Bir köpeğin (tür) hayvan (cins) olduğunu bilirim. Köpekte, hayvanlığı gösteremem, onu ancak düşünerek bilirim. Hayvan olduğunu, hayvanlığını, davranışlarına bakarak tanımlarım, saptarım. Ortak paydamız olan insanlık, elle tutulabilir, gözle görülebilir değildir; bir kişinin davranışlarıyla sergilenen tümel bir olgudur. İnsanlık olgusuna atfedilen tüm nitelikler soyuttur, ancak düşünülerek kavranabilirlerdir. Gerçek, kendini, kendi içine açındırıp, özsel düşünceleri birlik içinde birarada tutabilmesi nedeniyle gerçektir. Dışarıda kalan, reddedilen düşünce, henüz kavrama ulaşılmadığının bir işaretidir. Kavram ki, bir sonraki durağında yeniden yıkılıp ve yeni bir kavramda içerilerek ortadan kaldırılmış durumda bulunacaktır. Bir elmanın, tohum, fidan aşamalarının elmada içerildiğini bildiğimiz gibi. Oysa elmayı yerken, içinden geçtiği fidanlık aşamasını yemeyiz; bunu, bir soyutlama olarak biliriz. Tanrı’nın yeryüzündeki işleri hakkındaki düşünmeler olgunluğa erişmedikçe, elmanın içinde fidan var diyenlere, “Bak işte yok,” demek çocuksu bir uğraştır.

Ben, bir özne olarak düşünen bendir. Ben, kendini hepimizde etkinleştiren Tümel/Küllî olandır. Eminlik içinde ben diyebilme nedenim, bir tasarımdır. “Ben kimim?” sorusunda beden gösteriliyorsa, kendiyle bağıntılı evrensellik anlaşılamamış demektir. Ben gösterilemez, milyarlarca kişinin hepsi kendine, “ben” der. Bu paylaşım sorun yaratmaz, çünkü sezgisel olarak, tümelin, bireysellik olarak, duyulur kendilik olarak bizde içkin olduğunu biliriz.

Tüm konu, insan yanımıza yüklediğimiz yüklemleri, gerçek özneyle buluşturup buluşturmadığımızla ilgili. Düşünülebilirlerin en iyisi, bir Tanrı olmadan, küllî olan ile bağıntının kavranmadığı ben, her zaman boş bir ben olacaktır. “Tanrı merhametlidir”: Özne ile yüklem nasıl örtüşecek? Kendi eylemlerimde merhamet yoksa, Tanrı’nın merhametli olduğunu gerçekten nasıl bilebilirim? Duygu ve sezgide tümel/küllî olanı hiç deneyimlememişsem, “ben” dediğimde dolayımladığım kimdir o hâlde?

Sonlu belirlenimlere yerleşenin kim olduğunun duygu belirlenimi olarak yaşantılanması, din; biçiminin ifadesi, sanat; yetkin anlatımı, felsefedir. Bilinç, sonlu ilişkileri aşarak kendini din alanına yükseltebilir, içeriği tümüyle soyut bir bölgedir. Başlangıçta, sezgimizde bulduğumuz din, felsefeye yükselmesi sonucunda kendiyle ilgili içeriği tümüyle kavrayacak konuma gelir; fakat kafein içeriğinden haberdar olmasak da, kahvenin uyku kaçırdığını deneyimlerimizden biliriz. İçeriği bilen ise, kafeini bilir; yine de bu bilgi eksikliğinin kahve keyfine gölge düşüreceği iddia edilemez.

“Tanrı, tindir ve O’na, tinde tapınılır.” Tin, sağlam bir emek gerektirir; bu emeğin birikmesi, umuttur. Geçmişin ustalığında, geleceğe atılan köprüdür. Umutsuzluğun giderek artması boşuna değil.


Yararlanılan Kaynaklar:
Mantık Bilimi, Hegel