Önemli bir ameliyat olacaksak en iyi doktora ameliyat olmayı istememiz, çok önemli bir davamız varsa, iyi bir avukat araştırmamız normal bir davranıştır. Onları seçmeye çalışırız. Başkalarının onlarla ilgili anlattığı yetenek, algı yüksekliği, el becerisi öykülerinden etkilenerek, eğer olanağımız varsa seçeriz. Bedelini ödemeye hazırızdır. Uygulamada farklar olabileceğinin, sözsüz kabulü arayışımızı normal kılar.
Oysa, hâkim arayışı olmaz. Atanan bir hâkimin, duruşunun sağlamlığına bakılır. Dünyanın en zengin, en güçlü kişisi bile, bir hâkime yasal yollardan ücret ödeyemez. Rüşvet vermek isteyen ise onurlu bir hâkim istemez. ‘Hak, yerini bulsun’ diye düşünense, her zaman yasalara uygun kararlar veren bir hâkime denk gelmeyi ister. Hâkimin, öznel beceri ve algısından söz bile edilmez. Kendine teslim olduğumuz şey sistemdir; güvenilir bir adâlet sistemi, devletin temelidir.
Orası devlet kapısıdır. Devlet, hakkımı koruyan, yüce bir devlettir. Henüz normun, düzenin, yasanın geçerli olmadığı zamanlardaki haksızlık ve hukuksuzluğun, haramiliğin, yandaş olanın kayrılmasının geride bırakıldığının bir kanıtıdır devlet.
Toplumlar bu aşamaya gelmeden önce, kahramanlar, kahramanlık öyküleri, öne çıkan bireyler vardır. Bir hukuk toplumunda, artık, kahramana gereksinim duyulmadığından söz eder felsefe. Hatta, bir hukuk toplumunda, düzeni bozmaya değiştirmeye çalışan birinin, artık bir kahraman değil bir suçlu olduğundan söz edilir; yasa, tesis edilmiştir zira. Kurulan düzen, insan aklının ulaştığı en üst düzeydir, adâlet, ‘çatı ilke’ olarak en tepededir. Aksayan yönleri, demokratik yollarla giderilir, hatta demokrasi geliştirilmeye çalışılır: Ussal tutum, Küllî akla katılım.
Cumhuriyet kurulalı, neredeyse yüz yıl oldu. Ne yazık ki, bizim hâlâ kahramanlara gereksinimimiz var. Sayın Erdoğan ile oluşturulmaya çalışılan kahraman imajı, toplumun geriye gidişinin bir yansımasıydı. Çok partili rejime geçtiğimiz günlerden bu yana, kısmen de olsa, partiye güven yerine, lidere kahramanlık boyası sürmeye çalışan bir toplum olduk.
Uğrunda, bilinçli olarak savaşmadığımız, evrensel ilkelerle bezenmiş bir paket hediye edilmişti bize. Sayın Erdoğan, bu hediyeyi açıp içinde ne olduğuna bakmamızı sağladı. Bu anlamda, uyuyan bir devi uyandırdı. Üzerinde hiç düşünmediğimiz değerleri kaybetme riski karşısında, toplumun kenetlenmesine aracı oldu.
Artık, uygar araçlarla geriye dönüşün söz konusu olmadığı bu kavşakta, kendine, Atatürk’ün sevdâlısı olduğu evrensel değerlerin uygulanabilmesindeki en önemli adımı gerçekleştirdiğinden dolayı teşekkür etmeyi unutmamalı. Toplum, yirmi yıl öncesinden çok daha bilinçli bir biçimde “başka” dediğinin, “kendi başkası” olduğunu anlamıştır. Din, dil, ırk, cinsiyet farkları, evrensellik potasında erir. İşte, icraatları sayesinde, altında toplanan kalabalığın arttığı çatı. Gönülden teşekkürler.
Bir arenada, aslanın önüne atılan köleyi görünce, sağlıklı her birey, insanın tarafını tutar; ölümüne üzülür, zaferine sevinir. İnsan, ait olduğu kümeyi düşünebilen bir canlı. İnsanlık kümesini. Bir kedi için kedilik ve kediler tanımlı hâle gelemez. Ayrımın farkına varmak, soyutlayabilmek, insana tanınmış bir ayrıcalıktır. İnsan olmadan, kutsal aramak beyhûde bir çaba. Amma, “İnsanın en görünmeyen yanı kutsaldır.” der Simone Weil. Beden, kutsal değildir.
Köyde, üretim ve tüketim, bedenin gereksinimleri çerçevesinde örgütlenir. Oysa kentler, ‘görünende görünmeyen’ uğruna, insanlık adına, birlikte onurlu bir biçimde yaşanılan yerleşim alanlarıdır. Demokrasi, kentte yaşamı başarabilmiş toplumlarda doruğa çıkıyor. Kentler, yan yana yaşamanın değil birlikte iyi yaşamanın başarıldığı yerlerdir, Aristoteles’e göre. Kent, insan bedeninin ötesinde olanı tümeli/küllîyi anlayabildiğimizi, kısacası uygar olduğumuzu, barışçıl birlikteliklerde gösterebildiğimiz yaşam alanlarıdır. Din istismarcıları, adı gerçekte ‘Yesrib’ olan köyün adının, niçin ‘Medine’ olarak değiştirildiğini anlamaya çalışmalı. Medine, kent demektir, kentte medeniyet beklenir. Medine vesikası, ‘gelin hepinizi tek renge boyayım’ anlayışının değil ‘hep birlikte, birarada nasıl huzur içinde yaşarız’ arayışının dışlaşmasıydı. Evrensel değerlerin, görünür kılınma çabasıydı.
Türkiye’nin en büyük, en kalabalık, ekonomik açıdan en önemli ve belki de en güzel kenti İstanbul, değişim talep etti. Sentezi (Doğu-Batı), evrensel değerleri; kısacası bize hediye edileni; artık, bilinçli bir biçimde koruyup, derinleştireceğimize olan inancın bir simgesidir Ekrem İmamoğlu. Çocukluk devri bitti, yapılacak çok iş var, altında ezileceğimiz denli ağır sorumluluklarımız var. İmamoğlu, bir kahraman değil. Aksine, artık bir kahramana gereksinim duyulmamasının, yetişkin toplumuna atılan adımın simgesi olmalı.
Geçtiğimiz hafta, sosyal medyada, köşe yazılarında; Green Book (Yeşil Rehber) filmindeki yolculuğu yaptığı hâlde, değil dönüşmek, bir nebze olsun değişmemiş kişilerin var olduğunu üzülerek izledik. Kemikleşmiş tutumlar, önümüzdeki yolda en büyük tehlikelerden olsa gerek. Cumhuriyet Halk Partisi’nin sorumluluğu çok ağır. Daha ilk haftadan kendi altınızı oymaya başladınız: Mozart yayını yapılması ayrıştırıcı ve çiğ idi. İşte bu tek renge boyama sevdası, tehlikelidir. Ayrıca, bu müziği değerli bulup, herkese dinletmeye çalışan kişinin ruhunun, Mozart’ı işitmiş olduğu kuşkuludur.
İstanbul, Ankara, Antalya, Adana gibi büyük kentlerde zafer getiren oyların, partiye duyulan güven oyları değil, AKP’ye tepki oyları olduğu ortada. Gerçekte, İzmir bile, bu partinin icraatlarından tatmin olmuş değildir. CHP’den beklenen belediyecilik anlayışı, Sayın Erşen ile Eskişehir’de gerçekleşmiştir.
Atatürk bir önderdir. İmamoğlu, ona verilen liderlik görevini samimiyetini koruyarak sürdürebilir. Erdoğan, bir lider olarak başladığı politik yaşamını, partili bir başkan olarak tamamlıyor.