Bugün ekranıma düşen bir tweet ile irkildim. Şöyle sesleniyordu:

“Kürt aydınlarına düşen PKK ve HDP’den hesap sormaktır; fakat sırf bunu yapmak için Türk devleti ile aynı safa düşenler düşkündür. Türkleşen, Türkiyelileşen, Türkiyecileşen bizden değildir. Nokta.”

Mantıksızlığı ortada olan bu ifade, oksimoron ifade midir, paradoks mudur kararı size bırakıyorum. Aydın olan, aydınlanmış olan, nasıl “ötekileştirici” olacak? Bu çok ciddi bir sorun.

Sola sarılarak, demem o ki, halkların kardeşliği söylemine sarılarak; soldan kalkarak, demem o ki, sınıf ayrımcılığına karşı mücadeleden kalkarak, etnik ayrımcılığa oturan bir sol. Tıpkı anti-Emperyalist söylemde, bir zamanlar kanlı bıçaklı olunanla, şimdi “yoldaş” olunduğu gibi. “Bunlar bölgesel, konjonktürel gerçekler” denilerek tartışma farklı yönlere gidebilir elbet. Türk Kürt ayrımcılığı değil benim derdim; odaklanmak istediğim, bu “aydın” ünvanını pazardan almışçasına kendine dağıtan ve bunu hak gören sol.

Aydınlanmadan söz edeceksek hemen, aydınlanmanın büyük düşünürü Kant’a uğramak durumundayız. Kant’ın, özbilinçli ve kültürlü bir toplum hedefi vardı. Onu takip eden Alman İdealistleri, Wissenchaft ve Bildung uygulamalarıyla, meslek sahibi olan, kendini, içinde yaşadığı kültürü zenginleştirmeyi disiplinli bir yaklaşım ile hayata geçirmiş, diğerleri ile olan ilişkisinde zarif ve ölçülü, rafine zevkleri olan özneyi hedeflediler. Bu modern özne, bir “ahlâk öznesi”dir. “Ahlak öznesi”, özellikle ve öncelikle aklını kullanabilen öznedir. Erdemli öznenin asıl yapması gereken, “olaylardaki esas sorunu algılamayı, somut olaylarda belirli ilkeleri somut olarak tayin etmeyi ve farklı olay ve durumlarda bunları uygulamayı öğrenmektir.” Modern insan: “Çiğ bir kabalık, ruhsuz bir anlayış ve salt zekânın karşısında, kültürlü, zarif bir özbilinç varlığıdır.”

Ülkemizde de Cumhuriyetin kuruluşuyla hedeflenen modernite, dünyada olduğu gibi bir ideoloji biçimine bürünmüş ve modernizm haline gelmiştir. Pozitivist bir anlamda, bir ideoloji olarak modernizm, geçmişle bağları silmek yanılgısıdır. Bizim şeklen müslümanların iddia ettiği gibi bir kopuş değildir bu; insanlığın birikimlerinin neredeyse tamamının reddidir. Ortada, kuru bir mekanik anlayış bırakan, insana da mekanizma olarak yaklaşan bir anlayış. Yukarıda tanımlanan ahlak öznesinin karşı durduğu üç sıfatla tanımlanan mekanik anlayış: kabalık, ruhsuzluk, salt zeka.

Batıya kıyasla, Cumhuriyet, şöyle bir fazlalıkla aydınlanmayı ele alabilmişti: Münevver insan yaratmak. Çok derin bir mevzu ama kabaca, münevverin, nur kökünden geldiğini tenvir edenin münevver olabildiğini hatırlayalım. Fazlalık deme nedenimse şudur: hakiki anlamda bir münevver, fiili, sıfati ve Zâti tevhidi tamamlamış bir kişidir. Bizim “aydınlar”, bilmedikleri her konuda derin bilgi sahibi özneler olarak, (buraları, “rüyalarında veriliyor olsa gerek”) bu derin kökleri olsa olsa bir cahilin cesaretiyle “boşinanç” kategorisine sokmuşlardır.

Kant’ın hedeflediği aydın her şeyden önce, aklın temellerine dayalı bir aydınlanma yaşar. “Aydınlanma nedir?” Başlıklı makalesi, ısrarla, aklın kullanımının önemi    üzerinde durur. Bu olmaksızın, bir öznenin özgür olamayacağından söz eder.  Önemsediği eylem ve düşünce birliğini unutmayarak, aklın kullanımı ile felsefi tarzda bir aydınlanmaya işaret ettiğini söylemiş olalım. Akıl, zihnin boyunduruğundan kurtarılacaktır. Kant felsefesinde, Kopernik etkisi olarak, sözü edilen şey, zorunluluğun temelinin artık nesnelerde değil, bilgide bir özellik olarak görülmesidir. Düşünce, derin düşüncenin  kendi tarafından sınanmıştır bu felsefede. Kant, bunu, gerçeklik deneyiminin öznedeki bütün özsel yönlerine dönerek yapmıştır. Bu öyle derin bir konudur ki bizi sonuçta, eylemde irade özgürlüğüne götürür; solun en değerli kavramlarından birine.

Zihin ile aklı karıştırdığımız sürece, işletim sistemimizin hangisi olduğunu nasıl anlayacağız? Yaşamımızı, akıl sandığımız zihin faaliyeti ile harcama riski ürkütücü değil mi? Düşünce biçimleri aynı zamanda birer nesnedirler ve etkinlikleri kendi kendilerinin etkinliğidir! Felsefi aydınlanma olmadan özgürlük “istediğini yapabilme özgürlüğü” eylem ise “anarşi yaratma özgürlüğü” olarak anlaşılıyor. Dört yıllık üniversite bitiren, batılı tarzda kıyafetler giyen, batı müziği dinleyen herkes “aydın” olduğunu düşünüyor. Kendi düşünmesine, derin düşünmenin sınavını verdirmemiş ama hem “solcu” hem de “aydın” Ne konuşacağız? Zihninin yansımalarını mı? Evet, işte o yukarıda tehlike olarak işaret edilen üç sıfattan biri ile, “salt zekâ” ile başbaşa kalmadık mı?

Aklı tartışabilmemiz için, öncelikle, nesnel gerçekliğin ne olduğunu tartışabilmeliyiz. Yukarıda betimlediğim grubun ortak bir yanı var: Neredeyse tamamı için nesnel gerçeklik “dışsal olarak bulunan şey” anlamına geliyor! Bu durumu felsefi olarak, Nesnel gerçekliğin Olmadığı mı Kanıtlandı? ve Nesnel gerçekliğe devam başlıklı yazılarımda incelemiştim. Bu aşamadan geçmeyen bir özgürlük anlayışı olabilir mi? Etkinliklerine geri gitmeksizin araştırılamaz ve hatta yapılandırılamaz olan bir yetiden söz ediyoruz. Bu olmaksızın, kişi kendini anlamlı bir bütün olarak kavrayamaz. Kendinde bir anlam oluşturamamış insan, topluma nasıl yön verecek? Solun, kıymeti kendinden menkul “aydın” etiketini kenara bırakıp, bir özeleştiriye girmesi gerek. Sanırım, dünyada da buna acil gereksinim var. Bu yapılmadığında, özneyi yalnızca empirik bir öznelliğe sınırlamış oluruz. Boşinanç ebedi rafına kaldırılırken, geleneğin derin hakikatleri de gömülür. Geleneğin derin hakikati, Antik Yunan’ın tartıştıklarından pek de farklı değildir. Bizde bunu idrak eden azdır. Yalnızca boşinanç ortadan kaldırılıyor olsaydı elimizde hırçın özneler, yalıtılmış benlikler kalmazdı.

Kant aklı, bireyi “herkes için geçerli ve hatta zorunlu olan etkinliklerin bir taşıyıcısı” olarak görmüştür. Bu anlaşılmadan, sol birleştirici bir işleve sahip olabilir mi? Soru şöyle de sorulabilir: Solun başarısızlığı, bu derinliğe ulaşmayan bir özeleştiri yokluğunda anlaşılabilir mi?

Bilimsel bilgiye zorunlu ve evrensel olan kesin doğasını verir ama deney, deneyime nesnel olgusallık verir. Bu aşama ihmal edilerek, fenomenler hakkında nasıl konuşacağız?

Özgürlük, “Özgür düşünce hiçbir varsayım taşımamalıdır” en uç noktada “Saltık başkası kalmamalıdır” olarak tanımlanırken, zihin alanına kısıtlı kalmış özne ile özgürlük hakkında ne konuşulabilir, hangi derinliğe inilebilir?

Bu sorunlar üzerinde derin düşünmüş, özeleştiri yapmış olan büyüklerim; uzun yıllarını, hatta yaşamlarının uzun bir bölümünü hapiste geçirmiş tanıdıklarım; en onur kırıcı işkencelerden geçmiş, bir zamanın “ünlü” “kurucu” solcularından dostlarım var. Bu acıya nasıl kayıtsız kalınabilir? Diyarbakır Cezaevi gerçeği, üzerinde konuşulmayınca yok olmuyor. Yazımın amacı acıya kayıtsız kalmak, solu küçümsemek değil. Aksine, sol, bir kez daha ama bu kez kendinde içkin “birleştirici” doğası üzerinde ayağa kalkmalıdır diyorum.

Sol özeleştiri vermelidir. Ortalık, batı sevdalısı, bağrında yetiştiği kültüre koyu cahil, kendine eğreti bir “aydın” etiketi takmış, öfkeli ve kibirli bir “solcu” gruba kaldı. Bakınız bu özellikler, birebir, siyasal İslâmcıların da tanımına girer. “Batı sevdalısı”, batıyı yadsıyalım anlamında anlaşılmasın: Evrenselliğe ulaşmış değerlerine, kendi malımız, insanlığın kazanımı olarak sıkı sıkı sarılalım.

1980 öncesi, öne çıkan özellikleri milliyetçilik ve dindarlık olan sağ karşısında sol, daha çok Avrupa tipi aydınlanmanın temsilcileriydiler. Hatta, azınlık da olsa, hakiki anlamda kültürlü ve tutkulu gençler vardı aralarında. Marksistlerimiz arasında Marks’ın ne demek istediğini anlama çabasına girip bizzat okuyanlar, Marks’ın anlayışında temeltaşı olarak Hegel’in durduğunu gördüler. Tam da bir aydından beklenilebileceği gibi Marks, felsefe tarihi ile boğuşmuş ve felsefenin Hegel ile doruğa çıktığını idrak etmişti. Bizde Türkçeye çevrilen ilk Hegel kitabı 1980’lerden sonradır! Marks’ın anladığı Hegel ile idare edilmiştir. Bu nedenledir ki hâlâ “Hegel diyalektiği” gibi gerçeklik taşımayan bir diyalektiğe atıf yapılır. Bu konuyu da yazmıştım: Diyalektik nedir?  Oysa, gönül isterdi ki, Marks’ın, yerinde olmayan Hegel çıkarımlarını konuşabilelim. Yukarıda değindim, pozitivizm zorunlu olarak bu tür mesnetsiz çıkarımlara itiyor; çünkü, akıl devinmiyor; ve, bu bir hakaret değil. Keşke olsaydı: Ben seviyesizliğimle kalırdım, buna razı bile olabilirdim. Keşke. Akıl devinmiyor ama herkese tepeden bakılıyor.

Yine derin bir konu ama değinmiş olayım: AKP’yi, sonuç olarak rejimi değiştirmeye götüren uzun iktidarının, en azından ilk yılları, partiyi “halkın bağrına basması” olgusunun kökleri, kalkış noktası olarak buradan farklı bir yerde aranmamalıdır. İki yüz yıl önce, “Usun hilesi” denilmişti buna. Bin dört yüz yıl önce de Hayrul mâkirîn kavramı ortaya çıkmıştı tarihte ilk kez. Kavramlarla boğuşmayan, onların ayrımlarını bilmeyen aydın olabilir mi? Aydın birey, bir ve aynı kavramı, bedevi giysisine saklanırken de NASA giysisi içindeyken de tanır. Onların aynı olguya işaret ettiğini kavrar.

“Kıta Ussalcıları”ndan devraldığı rasyonalist felsefe ile empirizmi uzlaştırmayı   denemiş koca Kant’ın, aklın idelerinde deneyle verilemeyecek üç ilkesinden birine Tanrı demiş olması “acaba?” dedirtmez bizim “aydın” etiketli solcumuza. Olsa olsa boş bir çıkarımdır “en yüksek ilke”. Haklıdır, çünkü zihin keyfî çıkarımlar yapar ve o zihni ile yaşamayı yeterli bulur. Oysa, yalnızca nesnellik ve öznellik sorununa açıklık getirmiş olarak Kant’ın, nihâyetinde, “kendinde şey”den öte gidemeyen felsefesi bile yolun sonu değildir; kısa sürede, “kendi için” olana taşınacak ve taçlandırılacaktır. Ağır sorumluluğumuzu düşünebiliyor musunuz? Düşünmemiz hakkında düşünmemiz öyle bir doruğa gelecek ki, Kant ile gelinen dorukta bile henüz “varsayımsal” bir taraf bulup, derin düşünmeye devam etme arzusu duyacağız. Kitlelere vadettiğimiz özgürlük, düşüncemizde yoksa nereden nereye projeksiyon yapacağız?

Yalın bir anlatımla: Bilimsel olarak, bentik bölgede yaşayan canlılara,  pelajik bölge olanaklarıyla ulaşmanın imkansızlığı gibi, düşüncenin derinliklerine de zihinsel çıkarımlarla, salt analitik yöntemle inilmez. Bu ısrar, elma meyvesinin anlatımında, tohum aşamasında takılıp kalmak gibidir. Oysa, tohum derin bir karanlıkta çatlayıp kendi olmaktan vazgeçecektir öncelikle. Burada tohumun kendi sandığı, onun varsayımsal, tasarımsal “kendi”dir. Filiz olacak, fidan olacak dört mevsime sabırla göğüs gerecektir. İşkence sırasında, tecrit ortamlarında, benzer bir açılım yaşayanlar var. “Halk”ın ne olduğunu idrak edip, halktan öylesine uzağa savrulmuş olmanın özeleştirisini yapabilenler.

Eleştirim sert, lâkin haksız değil. Bir aşama ötede, elmalı turtamızı yiyip, elma çayımızı içerken, elmadan değil “İnsan” olgusunda Kant’ın zorunlu, evrensel dediği güzellikleri konuşalım diyorum. Hani şu, geleneğimizin, “Hakk ile ünsiyet kurabilmiş kişidir İnsan” dediğiyle.

Kant, yukarıda değindiğim makalesinde şöyle der:

“Aydınlanma için özgürlükten başka bir şey gerekmez; ve bunun için gerekli olan  özgürlük de özgürlüklerin en zararsız olanıdır: Aklı her yönüyle ve her bakımdan çekinmeden kitlenin önde apaçık olarak kullanmak özgürlüğü.”

Geleneğe dönersek; münevverin tenvir niteliğinden söz etmiştim yazının girişinde. İşte bu, aydınlatma niteliğidir. Kendi aydınlanmayan aydınlatamaz. Zihne çekidüzen verdirme etkisine aydınlanma demiyorsak.

Bir zamanlar, sol değerler üzerine inşa edilecek bir toplum hayal edenler, bugün açığa çıkan açgözlü, atomist toplumdan kurtuluşun yönüne işaret edecek ilklerden olmalıdırlar. Bu beklenti onlara verilen değerdir. Bizimki gibi ceberrut devletin pençesinde Aleviler de zulüm görmüştür, kadınlar da. Kardeşlik söylemleri ne zaman toplumsal olandan bu denli uzaklaştı? Keyfi tutumların bitimsiz yeniden üretiminden yorulduk. Aydın, faal aklı gereği ayıran değil, birleştiren, bütünleştirendir.

Bilge bir dostum şöyle demişti: “Evlat, ihtilâl öncesi, memlekette sağcı ve solcular birbirini öldürürken, bu gruplar kendi içlerinde bile bölünmüşken, sağcıların, solcuların, dincilerin toplantılarına katıldım. Anlamadıkları konularda, derin bir biçimde bölünmüş bu gençleri bir eden bir isim vardı. O kişiyi, hepsi birbirinden habersiz okuyorlardı: Yunus Emre’yi.”