Her şeye katlanır da insan, kendine katlanamaz. Tanımadığı biriyle başbaşa kalır; kendi ile kalamaz. Yalnızlık korkusu denilmiştir bunun adına. Yalnızlık korkusu, değil hakkında tartışılması, cümlede geçmesinden bile rahatsızlık duyulan bir düşmandır. Bireylerarası ilişkilerde, değinilmeyerek gözetilen bir sözsüz hukuk içeriğidir.

Yalnızlık, yaşamı etrafında örgütleyen güçlü duygulardan biridir; çünkü, ölmeye yazgılıdır insan. Yalnızlık, ölümü çağrıştırır. Sürekli kaçtığımız, yüzleşmeye hazır olmadığımız ve ne hazindir ki, olacağından emin olduğumuz tek olay.

Bu nedenle, yalnız kalan kişi, kendini bir şeyler yapmaya zorunlu hisseder. Boş bir eve girdiğimizde, ilk olarak ne yaparız? Kapıyı kapattığımızda, ilk olarak yüzümüzdeki maskeyi çıkarırız tamam, ama sonra? Kendimizi meşgul etmek zorunda kalırız, yalnız olduğumuzu duyumsamak bizi hoşnut etmez.

Kendimizi meşgul edemezsek, arkaplanda hiç susmayan zihnimiz başrolü kapacaktır, bunu biliriz. İstediği konuya, istediği zaman dilimine, bağlantılı olsun olmasın istediği olaya, istediği coğrafyaya, hiçbir ilke gözetmek zorunda olmadan atlayabilen, arsız bir yapının anlamsız bir tekrar çorbasına maruz kalacağımızı biliriz. Zihnimiz bedenlense ve yanımıza otursa, neredeyse soluk almaksızın, anlamsız anlamsız konuşup dursa kaç dakika katlanabiliriz? Böyle bir arkadaşımız olsa onunla her gün beraber olabilir miyiz? Oysa, tüm yaşamımız böyle geçer; zihnimize maruz kalır, katlanırız.

Kafamızdaki bu kalabalıktan kurtulabilmek için, yalnız kalmamak iyi bir çözümdür. Sürekli sosyalleşip etkin yaşamımızla övünebilir; bitimsiz bir misafir ağırlama zincirinde ne kadar misafirperver olduğumuzu gösterebilir; sürekli alış-veriş yapıp tanıdıklarımıza hediyeler verebilir; saatlerce televizyon izleyip herkesten saklayabilir ya da sürekli kitap okuyup bundan herkesi haberdar edebiliriz.

Doğum ve ölüm arasındaki insan, bir gerilim, çatışkı varlığıdır: Beden-ruh; akıl-kalp; iç-dış; eylem-eylemsizlik. Tercih yapmak, krizi geçici olarak giderir ve her çözüm, hızla yeni bir krize evrilir. Biçimlenen her kriz, ana krize bir adım daha yaklaşmış olduğumuzu anımsatır: ölüme.

Peki, sorun bu kadar büyükken, kendimizi oyalamakta ne sakınca olabilir? Olası sakıncalara ve getirilere bir göz atalım. Öncelikle, yalnız kalmanın, tek katmanlı bir iş olmadığını saptamalıyız.

İlk olarak, bedensel yalnızlığa tahammül edememe durumunu değerlendirebiliriz.

Olumsuz yönleri:
* Yaşamı geçiştirmek.

* Sürekli ya da kesintili sosyalleşmenin beraberinde getirdiği riyâkârlık. Heyhat! Riyâkârlık yalnız gelmez; hak yemek, yalan, öfke vb. dostları vardır. Yalnız kalmamak için görüşmeye mecbur olduğunuz, ait olduğunuza inandığınız gruptakiler korunacak, size benzemeyenler dışlanacak, eşinizin-dostunuzun sevdiği sevilecek, dedikodu yapılacak, dedikodu yapan dinlenilecek…

Liste uzun. Uzun süreli dostluklar, evlilikler, bu tür alış-verişlerin hafif ya da yoğun yaşandıkları ilişkilerdir.

Olumlu yönleri: Size aynalık yapacak kişi ya da kişilerle ters düşme, ters düşmekten bunalma olasılıklarını artırması; kaçacak yer bırakmaması.

İkinci olarak, bedensel yalnızlığın katlanılabilir olduğu yalnızlık türü gelir.

Olumsuz yönleri:
* İnsanın ruhsal gelişimi için olmazsa olmaz olan ters düşme, tartışma, anlaşamama gibi olanakların ortadan kalkmış olması.

* Sürekli televizyon izlemek, uyumak gibi etkinliklerin, kişinin, değersizlik, işe yaramama duygularını artırması sonucu olarak depresyona girme riski.

* Sürekli kitap okuma sonucu bilginin kazandırdığı gücün, bireysel sanatsal etkinlikte bulunmanın tetiklediği yaratıcı ve dolayısı ile ayrıcalıklı konumunun, kişiyi kibirli hâle getirmesi.

Olumlu yönleri: Kitap okuma ve sanatsal etkinliğin, kişiye ve topluma, kültür, bilgi birikimi olarak geri dönmesi. Bedensel yalnızlık yeğlenilmesine karşın yoğun telefon görüşmeleri yapılıyorsa “ötekindeki kendi” ile yüzleşme ve çatışmaya girme olasılığının artması.

Üçüncü ve son olarak, gerçek yalnızlık üzerinde durabiliriz. Aşamalıdır; ideal uygulamada ruh-beden-akıl bir bütün olarak devrededir. Bu, sonunda ulaşılan bir aşama olarak yalnızlıktır. Olumsuz bir yanı yoktur. Yalnızca hakikat arayıcısının olumlayacağı ve hatta başarabileceği türden bir yalnızlık. Felsefenin ve dinlerin etkinlik alanı: Tanrısal yalnızlık. Antik Yunan’da, erdemli yaşamın ulaşması gereken doruk nokta olarak kabul edilen Theoria yaşamı. Theoria yaşamında Tanrısal görüye ulaşılmıştır. Geleneğimizde buna Temâşâ etmek denilir; Theos’un yani Tanrı’nın seyredişine ulaşılmıştır. Theoria’nın en önemli özelliği, özgür ve zorunluluksuz olması, pratik hiçbir amaç gütmeyen bir bakış olmasıdır. Bilimde, o nedenle, teori kavramı vardır: Bilim, basit ve yalın bir biçimde, “Neden” sorusunun yanıtı arar, amacı, sorusundadır. Orhan Hançerlioğlu’nun, mutlaka okunulmasını önerebileceğim “Düşünce Tarihi” adlı kitabında, Aristoteles’in, işte tam da bu nedenle, felsefeye, Theologie dediğine değinilir. En Tanrısal bilgi.

Felsefesiz bir din anlayışı, yıkıcıdır; din kavrayışı barındırmayan felsefe ise hırçındır; ikisinin ortak yöise dışlayıcı olmalarıdır.

Aristoteles, “Nikomakhos’a Etik” adlı kitabında, erdemlilerin en erdemlisi olan ve Theoria yaşamını sürdürebilen Bilge’nin yalnız kalamayacağını ve insanlarla temas halinde olması gerektiğini görerek, “mutluluk, bir teori olsa gerek” çıkarımına ulaşır. O zaman: Bilgeler, söylediklerini işlerine, yaşamlarına taşıyorlar mı yoksa lafta mı kalıyor bir bakmalı” der.

Tam da bu nedenle, Aristoteles’in, fronesisi(phronesis) yani pratik bilgeliği, daha alt bir tür bilgelik olarak ele aldığını söyleyenlere aldırış etmemeli. Aksine, o, pratik bilgeliğin indirgenmesine karşıdır. Neden biliyor musunuz? Çünkü, Politika’sında, pratik bilgeliği, birey için; teorik bilgeliği, politika için; Devlet’in yönetilmesi için zorunlu görür. Ütopya gibi ama ütopyayı olanaksız görmekten, distopik bir topluma geçiş yaptık; biraz hayal kuralım ne çıkar!

Belki de daha iyi yöneticiler seçebilmek için bizi yönetenlerden sürekli şikâyet etmeyi bir kenara bırakabilir, kendimizi gözlemleyebiliriz. Bu toplumun, “hak üzere olmak kaygısını” anımsaması ve uygulamaya koyması gerekli. Bolca okuyan, kişisel gelişimi dert edinmiş, eğitimli bireylerde bile bu kaygının dillere yalnızca pelesenk edildiğini görüyoruz. Oysa sağlaması çok basittir: Her koşulda hakta durabilenin, kaygı ve korkusu kalmaz; kâbus görmez. Bir bakın yaşamınıza, bu sayılanlar hâlâ var mı? Varsa henüz hakta duramadığınız yerler var demektir.

Aristoteles, bu nedenle, “İyi birinin, rüyaları da iyi olur” demiştir. Bir dakika, o kadar kolaylıkla geçmeyin bir sonraki satıra, lütfen! Adam iki bin beş yüz yıl öncesinde bunu söylemiş; psikanaliz, Freud, Jung filân yok henüz ortalıkta. Hayran olsanıza! En iyi yalnız kalma yöntemidir bu, yani hayran olmak: Öyle bir yalnızlık ki, orada siz bile yoksunuz, bu nedenle de dönüştürücüdür, kalpleri iyileştirerek onları gönül hâline getirir.

Aristo’nun dediği gibi, birçok kişiyle dostluk olanaklı değildir, âdil olmayan kişi, dostluk edemez. Dostluk edebilecek kişiye, geleneğimizde, Refîk denilir. Refâkat sözcüğü, aynı kökten gelir, hani şu hasta olunca bize eşlik eden. Hasta olduğumuzu kabul etmiş olmak, önkoşuldur burada. Hasta olduğumuzu ya da yumuşatarak söyleyelim, daha sağlıklı olabileceğimizi bize söyleyen, hissettiren, imâ edebilen bir dostu neden istemeyiz? Kaygı, korku, yaygın, hem de öylesine yaygın ki: Artık körfezlerde kurulmuş büyük kentlerin, deniz suyu ölçümlerinde biotayı (fauna+flora/hayvan+bitki) değiştirecek denli yoğun anti-depresan kalıntısı saptanıyor. Yine de biz, başarı ile bize hakikati söyleyebilecek olandan kaçıyoruz, küsüyoruz ona. Koca Nazım, ne güzel bir şiir yazmış küsmek üzerine:

“…Küsmek; seni seviyorum’dur.
Vazgeçememektir.
Beni anlatır küsmek.
Kızdım ama hâlâ buradayımdır, gitmiyorumdur, gidemiyorumdur.
Küsmek; nazlanmaktır, yakın bulmaktır, benim için değerlisindir…”

Buraya kadar dile getirdiklerimi, yapılabilir/ulaşılabilir kılacak türden bir yalnızlıktan da söz edip konuyu marjinalleştirerek yazıyı sonlandırayım. Tam anlamıyla olmasa da soyut bir yalnızlıktır bu: Kişinin kendinin de olmadığı türden bir yalnızlık. Düşüncenin, kendi üzerine dönerek, “ben” ya da “ötekindeki ben”i nesne olarak alabildiği; eş deyişle, düşünenin, kendini düşünceye ödünç olarak verdiği bir düşünme biçimi. Ben, özne değil nesnedir artık. Alışkanlık durumuna getirilebildiğinde, kalabalıklar içinde de etkinleştirilebilen, sağaltıcı bir yalnızlık türü.

Eğer kendimizi düşüncemize konu edeceksek, ameliyat maskesi takmakta yarar vardır. Çünkü, girişeceğimiz iş, diseksiyon değil oto-viviseksiyondur. Anestezi uygulamak, acıyı azaltır ama anestezi olmazsa hedefe daha hızlı gidilir.

Yüzeysel olarak ele aldığım, son aşamadaki yalnızlığı başaran kişi için, yalnız olmak ile başkalarıyla olmak arasında anlamlı bir fark kalmaz zira o herkesle kendidir: kendinden râzıdır.

Eylemlerimiz, sahici bir ağızdan çıkma cümleler gibi olmalı: Logos. Cümlenin öznesi ile yüklemi barışık olmalı. Yüklemi ile barışabilen, Özne’dir, başkalarının cümlelerinde özne olmamayı, olgunlukla kabul edebilen.