Sosyal medyada iTaksi uygulaması nedeni ile görüntülü ve sesli kayıt alınması gündeme oturdu. Yolculuk sırasında alınacak kayıtların bazı avantajlar sağlayacağı, özellikle güvenliği artırıcı bir önlem olduğu ortada, ancak özel yaşamın gizliliği nedeni ile çoğu kişi haklı olarak tedirgin. Bu uygulamaya geçen taksilerde yazılı bir uyarının olmaması, tedirginliği artırıyor.*

Kentleşmeyi ve kentlileşmeyi ancak kısmen başarabilmiş, bizimki gibi toplumlarda özel yaşamın gizliliği, yalnızca bazı kesimler tarafından, titizlikle korunması gereken bir alan olarak görülür. Özel yaşamın gizliliğinin yasalarla korunma altına alınması söz konusuysa, kişinin, kendine karşın bir koruma vardır ve bu yüksek bir soyutlama düzeyidir. Oysa, eğitim seviyesi düştükçe, çoğunlukla yasal olarak hak olmasına karşın “suçlu olan, saklamak ister” gibi bir düz mantık devreye girer ve özel yaşamın gizliliğinin korunması isteği bir lüks  olarak algılanır. Hatta, özel yaşam anlayışı, cinsellikle sınırlanır ve bu bağlamda karşı cinslerin birbirine sarılmasına bile tahammülsüz bir yeni “özel yaşamın gizliliği” anlayışı ortaya çıkar. Yazıyı, ne bu yüzeysel bağlamda, ne de özgür bireyin eksiksiz anlatımına devlette ulaştığı gerçeğinin incelenebileceği derin bir felsefî bağlamda ele almak istiyorum.

Felsefe ile ilgilenenlerin yakından bildiği gibi manava gidip “meyve” alamazsınız, o ya da bu meyve olmak zorundadır; elma ya da şeftali fakat asla “meyve”nin kendi değil. Meyve sözcüğü, bir soyutlamadır, kavramdır. Toplumumuzda bu tür şeyleri düşünmek boş işler olarak görülür; felsefe ise boş işlerin şahı. Soyutlama yetisi, duyu organlarımıza çarpan bilgiden hareketle düşünme kolaylığına izin vermediğinden, belirli bir eğitim gerektirir. Örneğin adâletin nerede korunduğu sorusuna yanıt olarak çoğumuz adâlet saraylarına işaret edecektir; duyu organlarımıza çarpana.

Oysa soyutlama yetisi gelişkin toplumlardır bilimi ve sanatı üreten. Bilimsel olarak ileri; sanatça zengin; insan haklarının ve hayvan haklarının korunduğu gelişmiş toplumlarda kaldırımın bir çizgi ile belirtilmiş olması, ve bunun bir uygulama olarak yaşamda kalabilmesi tesadüf değildir. Kaldırımın kendi orada olmasa da çizginin üzerine park eden sürücüye rastlanmaz. Yakalanmayacağından emin olduğu halde, yasanın kendi orada olmasa da, suç işlemek yerine yasaya uygun davranan kişi örneğinde olduğu gibi. Oysa bizde, kaldırımlara park eden araçlar, hemen hemen  kırk beş derecelik açılar yaparak ve bu yapılamasın diye giderek yükseltilen kaldırımlara inat, neredeyse yerçekimini yenerek “duvara” park edilir.

Yaşamın hemen tamamının ortaklaşa kotarıldığı köy yaşamından kent yaşamına geçiş, soyutlama yetisi düşük toplumlarda sancılıdır. Sanki samimiyetin ortadan kalkması gerekirmiş ve bu nedenle insan ilişkileri soğumuştur. Bu, bir ölçüde doğrudur ama adâletin tesis edilemediği yerde sevgi, iyilik gibi kavramların içi boştur; samimi ilişkilerde çıkar çatışması kendisini gösterince samimiyetin bir hükmü kalmaz. Yasa, yasalılık, en az bir kuşak, uygulamada hiçbir ihlâlin olmadığı bir süreçten geçmelidir ki, bu kuşağın yetiştirdiği sonraki kuşak da, âdil olabilmek uğruna, bir üst ilke uğruna nelerin tereddütsüzce gözden çıkarılabildiğine, fedâkârlığın ne boyutta gerçekleştiğine tanıklık ederek ve böylece yasayı içselleştirerek büyüsün.

Göle yoğurt çalan Nasreddin Hoca heykeli gözlerimizi acıtırken, eril saldırganlığın âdetâ birer simgesi olarak pervasızca dikilen dikey konutlarla çirkinleştirilen kentlerde soluk alamazken, Adâlet temalı bir yürüyüşün yapılması ve toplumda yaygın bir taraftar kitlesi bulması tesadüf değildir. Yürüyüş, sadece, âdil yargılanma süreçlerinin sekteye uğramasının kaçınılmaz bir sonucu değildir. Adâlet, yaşamın tümünü ilgilendiren temel kavramlardan en önemli olanıdır; kapsama alanı, hukuk ile sınırlanamaz. Ülkemizin, yoksul, kimsesiz Adâlet kavramı, ona içerik vermek için üzerine düşündüğümüz; içi boş bir soyutlama olmaktan kurtarmaya çalıştığımız; uygulamalarımıza konu ettiğimiz ölçüde dirilecek ve zenginleşecektir.

Bilim ve sanatlarda ileri ülkelerde özel yaşamın gizliliğinin korunmasına, bizzat vatandaşlar tarafından da önem verildiği görülür. Bizim için sorun yaratabilecek çoğu istek, gelişmiş toplumlarda ilişkilerin olmazsa olmazıdır. Biraz derine gidersek, soyutlama yetisinin, kişinin kendi ile olan ilişkisinde de çok önemli olduğu anlaşılır, çünkü soyutlama, aynı zamanda olumsuzlama yapabilmeyi gerektirir; kişinin kendini olumsuzlayabilmesi olanaksıza yakındır ve bu, kişinin eğitim düzeyi, sosyal konumu gibi değişkenlerden bağımsızdır. İşte bu nedenle, istisnasız hemen herkes okuduğu ve işittiği her şeyde kendini, daha iyiyi yapabilen, anlayışı daha yüksek, koşulsuz iyi, akıllı taraftan sayar ve yazıdaki ya da işitsel malzemedeki yapamayan, beceremeyen, anlayamayan, kötülüğü gerçekleştiren taraftan saymaz. Soyutlama, eş deyişle düşünme becerisi, son aşamada kendi üstüne dönmek zorundadır ve bu olumsuzlamanın geleceği son noktadır. Sanat, bilim, estetik, insan hakları alanlarında geri kalmış sözde müslüman toplumların, dinin temeli “lâ ilâhe” olduğundan, soyutlamayı yani olumsuzlamayı en kolaylıkla yapabilen toplumlar olmaları gerekir!

Daha uygar bir toplumu beraberce oluşturabilmek adına, kendimizi ötekinden daha yukarıda görmeden, samimiyetle, yaşamımızı gözden geçirmemiz ve özel yaşamın gizliliğini daha fazla nasıl koruyabileceğimizi düşünmemiz gerekir. Çoğumuz, alışveriş yaptıktan sonra mağaza görevlileri tarafından istenilen cep telefonu numaramızı hemen veriyor, bu isteğin yasalara aykırı olduğunu bilmiyoruz. Bunu bildiğinden dolayı itiraz edenler ise neredeyse azar işitiyorlar.

Bankamatiklerden para çekmeye dair âdâbı hâlâ öğrenemedik: Omuzumuzun üzerinden ekrana bakanlar, arkamızda değil de ensemizde ya da yanımızda bekleyenler halen var. Oysa, ATM’lerden, 1982’den beri para çekiyoruz.

Hekimler, çekinmeden, ad vererek hastalarından ve onların hastalıklarından başkalarına söz ediyorlar. Bekleme salonunda telefonla randevu verilen bir muayenehanede, yüksek sesle tekrarlanan hasta adı duyunca kaçımız bunun Hipokrat Andı’na uygun olmadığını anımsıyor ve anımsatıyoruz?  Anamnezi, yardımcısına bekleme salonunda aldıran hekim ne denli etik olabilir? Hekimler için yapılan bu uyarı, avukatlık vb. meslekler için de geçerli.

Arkadaşlarınızla geçirdiğiniz güzel bir günü, ânı, sosyal medyada paylaşmak istediğinizde arkadaşlarınızdan izin istiyor musunuz? Arkadaşınızın, sizinle yemek yemesi, yemek dolu tabak fotoğraflarının paylaşılmasındaki özensizliği onayladığı anlamına gelmiyor olabilir ya da ne yaptığının bilinmesini yeğlemeyebilir.

“Çat kapı” gelinmesinden hoşlanmayan bir dostunuz, bunu belli ettiğinde, onun tavrını kınamak yerine, dürüst tutumunu övüp özel yaşamın gizliliği konusunda sizin düşünemediğiniz bir şeyi düşündüğünü itiraf ettiğiniz hiç oldu mu?

Ülkemizde, öğrencilerinin sosyal medyada paylaştıkları özel fotoğrafları andaç vb. yerlerde izinsiz olarak kullanan okul yönetimlerinin olmasına karşın, örneğin İngiltere’de, okula gelen bazı konukların fotoğrafları alınırken, aynı karede çocuğunuzun da tesadüfen bulunabileceği bir fotoğraf karesini kullanma izninin istenildiği, yazılı bir belgeyi, kabul ya da reddetmenize olanak verecek biçimde imzalamanız istenilir. Bu gibi ülkelerde telif haklarının daha iyi korunuyor olması, bu düşünce biçiminden bağımsız mıdır?

İşte tam da bu nedenle, Batı’da, yatay ve dikey tapu tartışmaları gündemde; peki neden ilk olarak yine o coğrafyada? Elinizdeki tapunun, sadece yatay bir tapu olduğunu hiç düşünmüş müydünüz? Örneğin, arazinizin, bahçenizin, balkonunuzun üzerinden geçen bir “drone” söz konusu olduğunda, özel yaşamın gizliliği yerden kaç metre yükseklikte başlar, eş deyişle, tapunuz dikey olarak kaç metrekare ya da metreküp mü desek?

Bu örnekleri sayfalarca sürdürebiliriz ama buna gerek yok. Sanırım, farklı olanı yadsıma hızımızın sorgulanması, uzun vadede toplumsal düzeyde olumlu bir yansıma bulacaktır. Özel yaşamın gizliliğinin korunması alanında, bizim henüz farkında olmadığımız bir konuya dikkat çekildiğinde burun kıvırmadan önce, bunun sonuç itibariyle toplumdaki adâlet anlayışının tesisine kadar giden bir çabanın içeriği olduğunu unutmamalıyız.


*Bu satırların yazıldığı sırada, İstanbul Barosu, taksilerde ses ve görüntünün kaydının yapılmasını zorunlu kılan genelgenin yürütmesinin durdurulması ve iptali için Ankara 17. İdare Mahkemesi’ne başvurdu.