Hücre kültürü yapanlar bilir; hücreler, petri kabı denilen küçük kaplarda ürerken; üreme koşulları optimize edilmiş olsa dahi, üreme sınırı, her zaman petri kabının sınırıdır. Başka bir deyişle, laboratuvar ortamında çoğaltılan hücreler, bir sınıra geldiklerinde çoğalmayı durdururlar.
Kanser hücreleri bu kurala uymazlar; hatta bazı durumlarda, üst üste katmanlaşma aşamasını takiben; kabın kenarlarından akarak büyümeyi sürdüren yayılmacı bir seyir izlerler.
Kanser hücreleri, sonsuz bölünebilme yetenekleri; çevre organ ve dokulara karşın istilâcı büyüme eğilimleri; içinde geliştikleri organizmanın dirimliliğini sona erdirme pahasına mutant bölünmelerini sürdürmeleri bakımından günümüzdeki kişilere benzer. Doğaya saygısızlığıyla, hırsıyla, tüketiciliğiyle, yıkıcılığıyla ve artık değer üretemeyen tekbenci(soliptik) varoluşuyla günümüz insanına.
Canlılık, temelde fizikokimyasal bir sürecin “örgenleşme” hedefine doğru evrilmesidir. Özümseme ise, canlılığın, üreyebilir olmanın koşuludur. Çünkü, özümseme dışarıdan bünyeye verilen maddelerin, bir takım doğa kuvvetlerinin etkinleşmesi sonucunda, bünyeye dahil edilmesi böylece üremeye yetkinliğin, canlılığın sürdürülmesidir.
Organlaşma, her zaman özümseme, farklılaşmaya yönelik büyüme, kurallaşarak sınırlanmadır. Bu nedenle, örgütlü düzenlemeye “organ-izasyon” deriz.
İnsan bedeninin sınırı, sınırlanan bedenin bir birey olarak algılanabilmesini sağlar. Biyolojik açıdan, yaşam denilen çaba, bu sınırın korunmasına yönelik dengelerin korunması anlamına gelir.
Bedende gözlemlenen bu kusursuz “organizasyon” özümsenemeyenin, sindirilemeyenin ateş, kusma, ishâl vb. savunma mekanizmaları ile dışarı atılmasını gerektirir. Bu mekanizmalar, kısacası hastalıklar, bireyin doğa karşısındaki acziyetini gösterir.
Bir akıl-beden-ruh birliği olarak insan, var olduğu bedende sınırlı ve âciz olduğunu kolaylıkla kabullenir olmasına karşın; düşüncelerinde sınırlı, yetersiz olma olasılığından hoşlanmaz; hatta bunun imlenmesi bile kişiyi rahatsız eder. Akıl pazarında kendi aklını yeğlemenin önüne geçemez.
Ünlü Alman filozofu Hegel, bilgece bir tutumla bizi, ayağımızda ayakkabı ölçüsü ile doğduğumuzdan, kendimizin nasıl doğuştan bir ayakkabı ustası olduğunu zannetmiyorsak; yalnızca düşünmenin ölçüsü bizde, a priori olduğu, verili olduğundan, bunun mantıklı ya da sağlıklı düşünebildiğimiz anlamına gelmediği konusunda uyarır.
Doğal bilinç, kanı, tasarım, düşünme, uslamlama gibi sözcükler neden vardır? Bu sözcüklerin işaret ettikleri bilinç aşamalarından hangisi kendi bilincimiz için geçerlidir? Tasavvuf geleneğinde, mertebelendirilerek maişet aklı düzeyinden, sultani akla taşınan aklın hakikati nedir?
Bu soruların, verildiği takdirde bizde hızla edimsellik kazanacak yanıtları yoktur; merak eden bu okyanusa dalar, yüzeye geri geldiğinde kişinin kendi henüz bir yanıt olamamışsa tekrar dalmasında bir sakınca yoktur. Sokrates, felsefe yapmanın ölmek demek olduğunu benzer bir bilinçle söylemiştir.
Bu bedeli ödemeye hazır olmadığı halde, kendine yararlı bir düşünme patikası çizmek isteyenlere şu iki sözcüğü, gündelik yaşamlarında izlemelerini; etkinleştiklerinde yakalamalarını; sonra da sorgulamalarını öneririm: vehim, fehim.
Sanatsal yaratıcılık ile olan önemli bağıntısını bir kenara bırakırsak Vehim, gerçekte var olmayan fakat varmış gibi tasarlanan düşünce ve kuruntu olarak tanımlanır.
Vehim kelimesi etimolojik olarak evham, ithâm ve töhmet sözcükleri ile ortak kökenlidir. Bilindiği gibi ithâm etmek suç atmak, töhmet ise suç isnat etmektir.
Anlamak, kavramak demek olan Fehim sözcüğü ise istifham (anlamak isteme, sorgulama), mefhum (anlaşılan, anlam) ve tefhim (anlatma, anlamasını sağlama) ile ortak kökenlidir.
Düşüncelerimiz, sürekli başkalarına suç atmak; onlarda kusur bulmak ile yoğun olduğu sürece; eş deyişle vehmettiğimiz sürece endişe, kaygı, korku, öfke varlığı olmamız kaçınılmazdır; doğası gereği böyledir; “hükmedene hükmolunur”.
Tıpkı sindiremediğimiz besinleri kustuğumuz gibi; sindirilemeyen düşünceler de ağızdan, bağırma, hakaret olarak, aşağılama olarak çıkar; çıkmak zorundadır. Çıktığı yer, el-ayak olunca dayak, iç organlar olunca hastalık vb. adı değişir yalnızca.
Fehmedenin ise, temel çabası anlama isteğidir. Oysa, ortam ve koşullara karşın bir anlama isteği nadiren görülür. Ömür alan türden bir çabanın sonucu olarak kişi, tefhim edebilendir. Anlamak sözcüğündeki, an(ang) kökü, yaygın olarak zannedildiği gibi, zaman değil akıl ile ilişkilidir. Bir şeyin ne olduğunun akıl yoluyla kavranmasıdır.
Fehm etmek, yaşamımızın bir amaca yönelmiş olmasını gerektirir. Namaz, meditasyon, dua gibi uygulamalar, gündelik yaşam acımasızca seyrediyor olsa da, geçici olan her şeye “bir dur” diyebilmektir ve yöneldiğimiz yüce amacın ne olduğuna odaklanmak için zamandan izin isteyerek ayrılabilmenin adıdır.
Kıble sözcüğü, kabul ile ortak kökenlidir: Boşverin başkalarını, kendinize kabul ettirebildiğiniz denli güçlü bir yaşama amacınız var mı? Gündelik yaşama birlikte ara vereceğiniz ânı şimdiden özlettiren bir Sevgili? İnsan olmayı istemekten başka bir Aşkınız var mı?
Öyle bir yüce amacımız olsun ki: Kendimizle baş başa kaldığımız ıssızlıkta, düşünce evimize sevmediğimiz bir kişi, hatta düşmanımız gelse bile fehmedebilelim; ona merhametle muamele edip bir an önce tekrar hedefimize, kıblemize yüzümüzü çevirebilelim.
Belki de bu devrin Tanrı misafirleri, düşüncelerimize gelenlerdir.
Ezcümle: Bu fark nedeni ile çocuklarımıza Vehim değil Fehim adını uygun görürüz.