Öfkelenmek ve kızmak sözcükleri, yaygın olarak birbirinin yerine kullanılıyor. Oysa, bu sözcüklerin ayrımının yapılması önemlidir. Neşet ettikleri kaynak bakımından tamamen iki ayrı tepkinin tanımlarıdır.
Her şeyden önce, kızmak sözcüğünün “doğasına uygun” anlamı göz ardı edilmemelidir. Kızmak, kızarmak, ısı enerjisinin artması sonucunda bir değişime uğramaktır; doğaya uygun olarak verilen tepkinin getirdiği bir sonuçtur. Aynı biçimde, “kızışmak”, çiftleşmek için bedende en üst koşulların sağlanmışlığı anlamında kullanılır.
Öfkelenmek, zamana yayılmış, ego/nefs kaynaklı; kızmak ise dayanağını haktan alan, anlık bir tepkidir.
Öfke duyulduğunda yansıtılan tepkide, geçmişe ait olduğu halde şimdiye aktarılan duygu durumları vardır. Bunlar bastırılmış, farkedilmemiş, yüzleşmeye hazır olunmayan ya da bir türlü çözemediğimiz olumsuz duygular olabilir.
Öfkede her zaman “yersiz, zamansız ve ölçüsüz” bir tepki vardır, dolayısıyla kontrolsüzdür. Hissedilen duygu, âdetâ “kusulur”. Örneğin, trafikte yol vermeyen bir aracın sürücüsüne, bizi duyamayacağını bildiğimiz halde bağırmak, hakaret etmek, sövmek, aklı başında olmayan, öfkeli birinin, duygu kusmasıdır.
Öfke anında verilen tepki ile kişinin gündelik düşünce yapısı arasındaki ilişki, doğrusaldır. Saldırgan, huzursuz düşüncelere sahip kişilerin, verdikleri tepkiyle neden oldukları gergin ortam; zihinlerinin, gündelik düşüncelerinin dolaştığı ortamdan farklı değildir. Düşünceler, bedenlenmiştir; senaryo, ekrana yansıtılmıştır. Başka bir deyişle, başrol oyuncusuna uygun bir sahne bulunmuş, o da nazlanmadan sahneye fırlamıştır.
Öfke, kaygı kaynaklı korkunun sözcüsüdür. Bu duygular, konuk oldukları kişiye seslerini öfke aracılığı ile duyururlar. “Lütfen bizi dinle” mesajı verilmektedir; “lütfen bizi ihmal etme, problemi çöz artık”.
İnsan, anda bulunmayı başarmakta zorlanan bir varlıktır. Geçmişini içine yatırdığı tabutu, sırtında bir yük, adına gelecek dediği bebeğini ise karnında bir umut olarak taşır.
Sevgili Dostum Metin Bobaroğlu’ndan öğrendiğim gibi: Beşer, bedeni ile burada olsa da geçmişte deneyimlediği olumsuz duyguları, geleceğe kaygı olarak (ya tekrar olursa!); benzer biçimde, önceden yaşadığı olumlu duyguları ise umut (ah keşke tekrar olsa!) olarak geleceğe yansıtmaktadır; böylece, şimdi ıskalanır. Geçmiş ve gelecek arasında kontrolsüzce savrulan düşüncelerin kaza yapması kaçınılmazdır.
Oysa Hegel’in belirttiği gibi:
“Yeri Şimdi tarafından alınan varlığın yokluğu, Geçmiştir; Şimdi’de kapsanan yokluğun varlığı, Gelecektir; Şimdi, bu olumsuz birliktir… Zaman, kendi dışındalığın olumsuz birliğidir.”
Kızmak ise “bal gibi haklı olmaktır.” Tepki, hakta durmak adına verilmiştir. Her koşulda hakta durmayı yeğleyen kişide, giderek kaygı ve korku olmayacağından; duruşu sağlam birinin nelere kızdığını gözlemlemek oldukça yararlıdır. Kızan kişi, bağırmaz, hakaret etmez, duygusal anlamda bir çalkantı yaşamaz. Ortaya konulan tepki nettir, özgüvenlidir, kendinden emin bir tepkidir.
Kişi, öfkeye maruz kalır, kızmak ise bir yeğlemedir. Kızarak tepki verebilen kişi, özgürdür. Tepkisini öfkelenerek veren kişinin düğmeleri dışarıdadır; isteyen bu düğmelere basarak, mal, mülk, mevki, makam, deneyim sahibi olsa da birini tam da istediği gibi yönlendirebilir.
Öfkelenmekte, yüksek debili bir korku akışı vardır. Kızmakla yetinen, yetinebilen kişi ise cesurdur. Kızmak söz konusu olduğunda, öfkede olduğu gibi sevgi, sekteye uğramaz. “Trafikte saygısızca araba kullanan sürücüyle sevgi ilişkim yoktu ki, nasıl sekteye uğramış olabilir!” diye itiraz ettiğinizi tahmin ediyorum. Sizin, kendinize olan sevginizden söz ediyordum. Öfkeli birinin, kendini kabullenme sorunları vardır. Tepkisini yalnızca kızarak ortaya koyabilen kişi ise kendinden râzıdır.
Kızmak söz konusu olduğunda, şefkat akışı bilinçli bir biçimde kesilmiş, durdurulmuştur. Yakın ilişkilerde, mesaj her zaman, “Seni sevmeye devam ediyorum ama ilişkimizin şu andaki gereksinimlerini karşılamayı reddediyorum, ilişkimizin bakımını yapmayı geçici bir süreliğine durdurdum” anlatımı vardır.
Öfkeli bir anneyi beş yaşındaki çocuğu bile kâle almayabilir ama yalnızca kızabilen, bunu yapabilecek kadar özgür olan bir anneyi, bir “ergen bile” saygıyla dinleyecektir. Eğer hiçbir biçimde sizi dinlemeyen bir çocuğunuz varsa, en yararlı çözüm, kendinizi dinlemeye başlamanız olacaktır. Bir Anadolu bilgesi olan İsmail Emre, “İlimsiz şefkât, zulümdür” der. Bu kısacık tümce, kalınca bir çocuk eğitim kitabının nefis bir özetidir âdetâ. Hoş, yalnız çocuk psikolojisi değil yetişkinlerin ilişkilerinde de her zaman geçerli bir kuraldır.
Geleneğimizde, kabaca ego diyebileceğimiz nefs, dönüşme olanağına sahip bir yapıdadır ve bulunduğu ilk basamakta Nefs-i Emmâre adını alır. Emreden ve emrettiğini bize yaptıran bu nefsin (ye, iç, çiftleş, uyu) eğitilip daha lâtif basamaklara taşınması olanaklıdır. İlk basamak olan Nefs-i Emmare’de, eğitilerek dönüştürülecek olan yedi olumsuz huy vardır: kibir, yalan, öfke(gadap), ikiyüzlülük(riyâ), şehvet, hırs, cimrilik.
Bu ve benzeri eğitimler sonucunda, öfke, dönüştüğünde, Şecaat adını alır. Artık, kişi öfkelenmez, yani kişisel çıkarlarını, öznel isteklerini ön planda tutmaz. Buna eğitilmiş, dönüşmüştür. Olumladığı, Tümel(Küllî) olandır; kişisel isteklerine uygun olmayanın pek bir önemi kalmamıştır. Dolayısı ile haksızlık karşısında artık öfke değil şecaat arz eder. Şecaat, yiğitliktir. Ödlek olan, öfkelidir.
Kızmak, doğaldır; öfkelenmekse değil. Öfkemizi kontrol altına almak, ilk aşamada onu sahiplenmeyi gerektirir. Öfkeli tepkilerimizin olduğunu yadsımamız, sorunu kabul etme aşamasına henüz gelemediğimizi gösterir. Öfke, yerinde verilemeyen tepkilerin, kendi hakkımızı korumamaların, hakta durmamız gereken yerde çıkarlarımızın zarar görmesinden korkarak kafamızı öteki tarafa çevirmelerimizin bir bilançosudur.
Sıkça öfkeleniyor, öfkeden boğulacak gibi oluyorsanız, kulak verin kendinize; kızmayı ihmal ediyorsunuzdur. Yerinde verilmemiş bir tepki olarak kızgınlık biriktiğinde, öfke olarak çıkar. Haksızlık yapmaktan, haksız bir duruş sergilemekten, haksızlığa tepki vermemekten çekinilmeli.
Modern yaşama uyum sağlama çabası nedeniyle, üzerimize yapıştırdığımız etiketler, doğal duygu durumlarımızla aramıza kalın bir perde çekti. Dengeli, kontrollü, kaygısız, giderek bilgece bir yaşam, kuşkusuz ki, özenilecek bir yaşamdır. Fakat bunlardan daha iyisi, samimi olmaktır. Samimiyet, özlem duyulan bu özellikleri çeken bir mıknatıstır; belki de bu yolda işe yarar tek araç.