Batılı düşünce, “Judeo-Christian” kökleriyle, dünya sanatına ve felsefesine yön vermiştir. Mitler ve dinlerin, bilincin gelişim basamaklarının anlaşılmasındaki en önemli araçlardan olduğu, Batılı aydınlarca, bizdeki gibi yadsınmamıştır. Mistik anlayışın kaynağının nefste olduğunun bilinciyle, dinlerde “kadın” ile anlatılmak istenilenin, kısa bir simgesel çözümlemesini, dört kitap üzerinden, İslâm perspektifiyle yapmaya çalışacağım. Yerim dar, yorumlardan bir yorumla ve sadece ana hatlara dokunabilirim.

Günümüzde, mitler ve dinler, güncellikleri olmayan, masalımsı, muğlak,  anlatımlar olarak kabul görürler. Pozitivist bakış açısınca mitler ve dinler farklı kültür ve topluluklarda, içine doğdukları toplulukların ihtiyaçları paralelinde ortaya çıkmıştır, artık geçerlilikleri yoktur.

Bir din tarihi uzmanı, felsefeci ve akademisyen olan Mircea Eliade içinse mitlerin simgeselliği zaman-üstüdür:

“Mitleri bilmek, şeylerin sırlarını ve kaynağını öğrenmektir; öğrenen kişi, sadece şeylerin nasıl varlık alanına çıktığını değil, onları nerede bulabileceğini ve onları nasıl tekrar görüntüye çıkaracağını ve nasıl gözden kaybedeceğini bilir.”

Carl Gustav Jung’a göre arketip, psişik bir organdır. Mitler arketiplerin temsilcileri, arketipler de kolektif bilinçdışının asıl içerikleridir. Ona göre arketipsel görüntülerin motifleri, tüm mitlerde, masallarda, dini geleneklerde ve gizemlerde tekrarlanır. Kolektif bilinçaltımız, bilincimizin içeriklerini düzenler.

Campbell’e göre, mitler toplumsal rüyalar, rüyalarsa kişisel mitlerdir. Kolektif bilinçdışından gelen ve arketip olarak adlandırılan anahtar içeriklerin, bilincimizle temas edebildikleri ölçüde dönüşümümüzün olanaklı olabileceğinden de söz edilir. Hepimiz, kendi yaşamımızın, bu özgün ve özel mitin, hem kahramanı hem de kurbanıyız.

Kadının kutsal kitaplardaki yerini reddederek, bir ömür boyu bu düşmanlıkla yaşamak yerine, ömrünü bu simgeselliği çözmeye adayarak, keşfini bizlerle “Tanrıça Gizemleri” adlı kitabında paylaşan, Ruth Rusca şöyle der:

“Bilinçdışı bir şekilde, korku ve acı içinde sürüklenerek, fiziksel hayatımızın sonuna gitmek yerine, bu sonu farkındalık ve merhametle değerlendirdiğimizde bunun yaratacağı farkı gördüm… Mistik anlayışın kaynağı nefsin içindedir. Fakat tarihte bulunduğumuz şu anda, bu, dişil olanın gizil, örtülü, görünmeyen gerçekliğini deneyimlemek için geçerli bir yol olarak görünmüyor. Kültürümüz, yaşamın mitsel boyutu ile temasını kaybetti. Yaşamımızı simgesel olarak yorumlamakla nasıl zenginleştirip temellendirebileceğimizi unuttuk.”

Rusca, içinde yaşadığımız “sol  beyin” uygarlığında, dişil enerji ile olan bağlantımızın koptuğundan, bu bağlantısızlığın, şiddet, açlık, çevre kirliliği gibi sonuçlarından söz eder.

Jung’a göre, dogma, doğrudan deneyimi reddeden bir olgudur. Bilim, yalnızca bilinç seviyesini gösterir; deneyimin duygusal değerlerini göz ardı etmek durumundadır. Dogmaysa aksine, bu açıdan son derece açıklayıcıdır. Bir bilimsel teorinin yerini hemen bir yenisi alır. Dogma ise asırlarca devam eder. Acı çeken Tanrı-insan dogması en azından beş bin yıllıktır. Dogma, bilimsel teoriye oranla ruhu daha tam olarak temsil eder; bilinç dışının yaşam sürecini, pişmanlık, fedakârlık ve günahtan kurtulma draması şeklinde anlatırken, bilimsel teori sadece bilinç düzeyini açıklar.

Mitler ve dinler simgesel anlatımlardır. Simge çözmeye koyulmak, kendi kitabımızı okumaya başlamak demektir. Tanrılar yalnızca erkekleri, Tanrıçalar yalnızca kadınları simgelemez. Hades’in, zorbalıkla yer altına kaçırdığı Persephone hepimizde içkin dişil yanımız değil midir?  Simgeselliği çözerek, dişil yanımızla teması nasıl sağlayabiliriz? Bedende üreme potansiyelini deneyimlediğimiz kadın-erkek dikotomisi, ruhumuzda bizi bekleyen dişil yanımıza doğru bizi yönlendiren, ruhsal döllenmeyi olanaklı kılan bir araç olabilir mi? Yer altının karanlığına dalacak gözüpek bir kahramana ihtiyaç var.

Epiphanius’ta geçer:

“İsa, Mecdelli Meryem’i bir dağa götürür. Burada İsa’nın bedeninin bir yarısı kadın hâline gelir, onunla sevişir.”

Amoritli bir adam karısına şöyle seslenir:

Sen erkek, ben de kadın olacağım…
Erkek oldum…
Dişil…
Eril...

Biyolojik bedenimizde de, bu simgeselliğe uygun anlamda iç ve dış örtüşmesi gözlemlenir. Yumurtanın sperm tarafından döllenmesiyle oluşan zigot, cinsiyetsizdir. Bedende erkek ve kadın olarak dışsallaşan cinsiyet dikotomisi, döllenmeyle, yine, öncülleri zigottaki gibi cinsiyetsiz bir evreye döngüsel olarak girer. Sperme (XY) nazaran kadim olan yumurta hücresi (XX), her bireyin anneannesinin, annesine hamileliğinin ortalarından itibaren oradadır. Demem o ki: Bizi oluşturacak olan yumurta hücresi, anneannemizin annemize hamileliğinden beri vardır. Spermin üretimiyse neredeyse günlüktür, anlıktır.

Anneannemizdeki fiziksel varlığımız, annemiz doğduktan sonra da karanlıktadır. Hiç ışık yüzü görmeyecektir. Babamızın spermiyle döllendikten sonra, döllenmeyle oluşan yaşamın devamını sağlayacak özkaynağa sahiptir; mekanını terk etmez, ihtiyacı “ayağına” gelir. Spermi oluşturan kromozomlar X ve Y’dir. X kromozomu dişil kromozomdur. Sperm, halihazıda bünyesinde barıdırdığı, dişil olana ulaşmak için, bu hedefçe konulan zorlu koşulları (vajinal asidite, silya vb) aşmak, rakiplerini geçmek, ulaştığındaysa onu yumurta hücresinden ayıran en belirgin farkını, kuyruğunu bırakmak, kendinden vaz geçmek durumundadır.

İçeride bunlar olurken dışarıda olup bitenler de pek farklı değildir: Spermi, cazibesi altına alan dokunulmaz, görülemez olan yumurta, varlığını bize işiyle bildirir: Spermi, karşı konulamaz bir biçimde kendine çekmek. Erkek için her sevişme teşebbüsü, kendini kaybetmek ve yeniden bulmak demektir; o, kendini kaybetmeden neslin devamı sağlanamaz. Kendini kaybetmek, kadının bedeninde orgazm tarafından ele geçirilmek, erkeğe kendini zayıf hissettirir.

Harvard Üniversitesi profesörlerinden Anne Marie Schimmel, “Ruhum Bir Kadındır” adlı kitabında, mistik geleneğin “gelin ruh” tasviri içeren manzumelerine değinmiştir:

“Bütün bu manzumelerde hep aynı örnek mevcuttur; kadın olarak temsil edilen ruh, sevgiliye giden dar ve meşakkatli bir yolda yürüyor; şairler kendilerine müennes (dişil) bir kimliği izâfe ederek, ‘refikalarına’ sesleniyorlar, …mutasavvıflar Kur’ân’da geçmeyen şu Allah kelâmına mutalli idiler: ‘Benim velilerim kubbelerim altıdadır’ onlar sadece en mahremin yaklaşabileceği, tecrid edilmiş kadına kinâye, Bayezid-i Bistami’ye atfedilen şu kelâmı şiar edindiler: Veliler Allah’ın gelinleridir.”

Hz. Âsiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Fâtıma, İslâm dininde merkezi konumda olan, üstün ahlâk sahibi ve övülmüş kadınlardır. Kocaları veya babaları için anılan günahlar onlar için anılmamıştır. Dişil olanın tamlığını ve kusursuzluğunu imlerler; günahsızdırlar. Emmare düzeyinden başlayan nefsin üstlenicisi olmaktan daha çok tanıklarıdır bu kadınlar. Başlangıçta batına ait, örtülüdürler. Kadim olan dişil yan, nefsin arınma, dönüşme evrelerine -hareket, sperm, eril yan- sessiz tanıktır. Tıpkı Hegel’in varlığı gibi, kendi içine doğru devinecek, kendi yansımasını ötekinde deneyimleyecek; nihayetinde, ereğine ulaşmış olarak, kendini, kendinde bulacaktır.

Âsiye yolculuğun, yolun başlangıcıdır. Dişil yanımız, nefsi ile mücadele eden erkeğin karısı veya kızı olarak bu savaşa tanıklık edecek; varılacak menzilin sembolü olacaktır. O, ileride “kendinde bulunacak” vicdândır. Emmare nefsin keyfiliğini (firavunu) görür ve tanır; ama, şimdilik onunla aynı hanede yaşamak zorundadır. Özenilen, niyetlenilen, henüz kendi kanından (eyleminden) değil, evlât edindiğidir ve bu çocuk, yani yasalılık, kocasının biricik düşmanıdır. Musa’yı nehirden alan Âsiye’dir; Hak’ka kapıyı açan vicdândır. Uyanmıştır vicdân; lâkin, hanede henüz kaos hakimdir, öykündüğü başkasında gördüğüdür. Âsiye çarmıha gerilir ve işkence ile öldürülür.

Bilinç gelişimine devam eder; Meryem ile yeniden doğacaktır, kendini yeniden doğuracaktır. Hem de kendi tercih ettiği haneye, Meryem’e, O’nun vücuduna ve O’nun vücudundan. Sanki, sanatın klasik dönemine işaret eden heykel sanatında imlendiği türden bir tam uyum.

Meryem ile anlatılmak istenilen anlaşılamayacaktır, Çünkü kendinden doğan İsa’nın “ne olduğu” ve “nasıl olduğu” bilinmek istenecektir, oysa bilinmez, sezilir. “O, Ruhullah”tır. Ruhun edimi sevgidir. Sevgiye nasıl dokunuruz? Nedensiz sevinçtir İsa.

Hatice’nin, Muhammed’den yaşça daha büyük, daha saygın, daha zengin ve daha tecrübeli olması ile sembolize edilen anlatım Dişil olanın kadim olmasına, kaynağına bir atıftır. Bugün genetik biliminin, erkekliği temsil eden XY kromozomundaki Y’nin, evrim sonucu küçülen bir X kromozomu olduğunu gösterdiği gibi.

Hatice’nin önceden evli olması, dişil formun geçmişteki bağlarına, Tevrat’taki aşamalarına bir işarettir. Rusca’nın kitabında bu aşamalar ayrıntılandırılmıştır. Hatice, Muhammed’e ilk biat eden ve dolayısı ile ilk İslâm olan kişi değildir, aksine Muhammed’in peygamberliğini teyit edendir. Dişil yanımız eylemimizi teyit ettiğinde, öznel olan tasarım nesnesiyle örtüşmüş olur. Hatice, Kadim yandır. Bundandır ki, Kubbeyi Rahmân’da, Kubbe ile temsil edilen Hatice’dir. Karı-koca bir çift olarak, sükût benzeri mükemmel bir denge halini temsil ederler ki, bu durumda sadece kız çocukları yaşayabilir. Arayış, sperm yoktur artık.

Fâtıma’ya, Ümm-ü Ebîha da denilmiştir, “babasının annesi” ne kadar anlamlı, nasıl da sembolik! Fâtıma ile, dişilliğin özünde var olan selâmet giderek etki alanını artırmaktadır; artık, hem baba, hem koca, hem de çocuklar İslâm olmuşlardır; nurla bezenmiş bir hayattır onunki. Kubbeyi Rahman’da tahtta oturan Fâtıma’dır: Tâcı Muhammed, belindeki kemeri Ali, kulağındaki küpeleri, inci ile mercan, tiferet, yani güzel olan Hasan ve Hüseyin’dir. Dişil olanın tam uyumla, içeriğin formla örtüştüğü bedende sergilenmeye lâyık mücevherler… Annesi Hatice’yle birlikteliğinden iki X yanyana gelmiş ve XX hasıl olmuştur âdeta; sarsılmaz bir bütünlükle, öz güvenle, İslâm olarak… Sâlim, teslim evlere ilk kez doğmuş bir kadın: Tanrıça artık evindedir. Eril Râb’den, dişil Zât’a olan yolculuk tamamlanmıştır. O güne kadar anlatılan hikayelerdeki gibi, gelin olarak gittiği evin, kayınpederinin, kocasının evinin özellikleri ile değil, içine doğduğu evin ve ebeveynlerinin sıfatları ile vasıflanmıştır. Eril (babası) yanıyla, dişil (annesi) yanının ayrımlı birliğine işaret işaret eden sağlamlığa sahip bir zemin. Kutsanan eve damat olarak Hz. Âli gelir.

Kanımca, Feminizm tartışmalarının beden anlatımları üzerinden yapılması artık geride bırakılmalıdır. Dişil yanımız, geçici olmayan değerlerimizi temsil eder: Alıcı, anlayışlı, merhametli, fedakar, sezgisel olanı. Erkek öznenin, içindeki dişil yanla buluşması özgüven ve özgürlük anlamına da gelecektir. Kadın özneyse, halihazırda kendinde olanın örtüsünü kaldırmakla sorumludur. Böylece kadın, modern toplumda, hem katılımcı hem de yön verici özgün ve özgür birey olarak bulunuşunu taçlandırır. Akıl ve gönlün birbirini tekzip etmeden biraradalığı pek de kolay başarılacak bir hedef gibi durmuyor.

Eril yanımız arayan, dişil yanımızsa kavuşulacak olansa, bu içsel olgunluğa ulaşabilmek için, dışarıda, bilimin de benzer bulgulara ulaştığı bir çağda yaşıyor olabilir miyiz? Kadının kemik iliğinden, sperm üretilmesi vasıtasıyla, artık erkek olmadan hamile kalınabileceği bilimsel olarak ispatlandı. O halde, Âdem’in kaburgasından Havva’nın yaratılması neyi anlatıyor?