Son aylarda inşaat işleriyle haşır neşirim. Bu sektörde de hakikisinin yerini alan ne çok malzeme var, şaşkınım! Taklit malzeme, ne kadar orijinalmişçesine sunulursa o kadar başarılı kabul ediliyor. Sağladığı üstünlük ise dayanıklılık, hızlı uygulama ve maliyette kayda değer azalma. Hız ve maliyet üstünlüğü, teknolojinin takip edemediğimiz gelişmesine ayak uydurunca yaşam oldukça sakilleşebiliyor. Evlerinin duvarlarına düğün fotoğraflarının baskısını uygulatan çiftler var örneğin. Kahve kupalarımızda çocuklarımızın fotoğrafı; yüzlerce, ‘kişiye özel’ uygulamalarla albenisi güya artırılmış eşyaların arasında yaşıyoruz. Üzerinde adımın yazılı olduğu anahtarlık ile kapımı açıyorum; üzerinde soyadımın yazılı olduğu paspasa basıyorum… Devam edemeyeceğim, hüzün çöküyor üstüme.
Neredeyse hepimizin eleştirdiği bu durum, tavırlarımızda da yerleşik varlığını sürdürüyor ama sinsice: Ötekine yönelttiğimiz istek ve arzunun “arsızlık” boyutunda. Aslında “öteki” yok artık yaşamlarımızda. Narcissus’a razıyım. Ya siz? Narcissus güzel, hem de pek güzel olan yansımasına vurulmuştu. Bizim kaygımız ise, çevremizdekileri, suya yansıyan çirkin görünümümüzün güzel olduğuna ikna etmek.
İngiltere’de yapılan bir araştırma, vücudunda mikro plastik kalıntısı olmayan kişi kalmadığını göstermiş. Biliyorsunuz, okyanus balıklarında bile bu durum söz konusu. Bu bana, kökünden hastalanan bir ağaçta, hastalığın, zamanla yukarı doğru yayılmasını hatırlatıyor. Kaprisli özneye teslim olmuş olduğumuz gerçeğindense konuşamıyoruz bir türlü. Bizler için kaprisli özne, hep öteki. Dünyayı bu tikellik üzerinden algılayan bireyin, derin bir anlam yitimine uğraması şaşırtıcı değil: parçada anlam olmaz. Biraz önce önümden geçen kadının parfümünü, esen rüzgârın bana taşıdığı esnada dinlemekte olduğum müzik sayesinde, çocukluğumdan bir kare hatırlamam bir merkez üssü olarak “ben”de birleşen verilerin oluşturduğu bir anlamdır. Geçen kadın-burnuma gelen koku-tenime değen rüzgâr-dinlediğim müzik, bir başlarına ele alındığında, yukarıda vardığım anlam çıkmaz. Olay ve olguların değerlendirilmesinde öfkeli yorumlar henüz bütünü göremeyenlere ait oluyor bu nedenle. Parçalı anlayış, derin bir öfke yaratıyor. Anlayışı daha yüksek olanın kapsayıcılığı da daha yüksek olur denilmesi bu yüzden.
Şu yapay malzeme ve eşyanın, en belirleyici niteliklerinden biri dayanıklı olması. Bu bağlamda dayanıklılık tanımımız, çevresi ile ilişkiye girmeyen, değişmeyen anlamına geliyor. Örneğin, bir koltuğun ahşap aksamı, marangozların “dönme” tabir ettikleri bir değişime uğrayabiliyor. Aylardır sorunsuz oturduğunuz koltuk aniden, tek ayağı daha kısa hâle gelebiliyor. Benzer biçimde ahşap malzeme yıllar içinde renk, koku değiştiriyor. Oysa plastik, değişime kapalı bir malzeme. Tıpkı bizler gibi. Sürpriz yok. Korkuyoruz. Şeklen müslümanların en anlamadıkları konulardan biri de budur bence: Teslimiyetin anlamını çözememiş olmaları. Teslim olmak, yaşamın bir akış olduğunun bilincinde olmak ve öngöremediğimiz etkilere bir bütün olarak açık olabilmek: acısıyla, tatlısıyla. İlâhi şeklen Müslümanlar, sizin Tanrı’nız “her an bir Şen’de” değil. Elinizden gelse, insanların düşüncelerini bile dondurmak, betonlaştırmak istiyorsunuz, tek bir kalıp dökmek ve değişime kapanmak. Beton döke döke yaşamı, nefesi bağrından kopararak çirkinleştirdiğiniz şehirler bunun bir yansıması olsa gerek. İktidardakiler bu nedenle korkak, yaşamdan korkuyorlar zira; yaşamın beklenmeyen manevralarından. Gerçek zenginlik işte bu teslim olabilme yeteneğindedir.
Plastik aksammışızcasına sürprize, yeniliğe kapattığımız yaşamlarımızda “öteki”, yalnızca, “ben” imgemizi benzer bir korkaklıkla desteklediği sürece var olabiliyor. Yalnız kalma korkusu, bizi, bu rutinin tekrarına itiyor. Günümüzde belki de yaygın olduğu kadar şaşırtıcı olan şey “kesip atma” tavrıdır. Dostluk pek nadir. İlk sorunda, “sözde” dostluklar kesilip atılıyor. Plastik mikro partiküller kökleri ele geçirmiş belli. Dostluk kurmak cesaret ister. Ufak tefek problemlerde, ya önce kaba bir bildirim alıyor, sonra ortak alanınızdan hatta iletişim kanallarından bloklanıyorsunuz ya da ortak planlarınızdan atılıyorsunuz ve hiçbir şey olmamış gibi bir sahtelik içinde var olmanız bekleniyor. Ne çirkin! İnsan olma çabası mertlik gerektirir.
Bu kişiler, bitimsiz iyilik yaptığınız kişiler bile olabiliyor. İşte burada “İyi” kavramı bütün azameti ile devreye giriyor. Bu yazıda irdeleyemem. Bu kavram üzerine derin düşünme, uygulama, deney yapma çabam beni dönüştürdü; çünkü, iyiliğin ölçüsünün hiç kaçmadığını, kaçamadığını kabul ettim sonunda. Araya kaçan, benim beklentilerimdi. Beklentisiz olmak, olanaksıza yakın bir çaba gerektiriyor; tertemiz bir ayna olabilene, ne âlâ! Hemen eklemeliyim, beklentisizliğe ulaşabilmek için, kişinin öncelikle ve ciddiyetle kendinden beklentilerinin olması gerek. Başka aynaların kiriyle değil, hakikatimize ait bir yansıma bulmakla ilgilenmektir kendimizi tanıma çabasını sahici kılan. Bu konuya, haftaya daha derin değinmeye çalışacağım. Neden böylesine öfkeli olduğumuzu artık toplum olarak düşünmek zorundayız. Gündelik yaşamımızda dolaşımda olan öfke enerjisi hepimizi çok yoruyor.
Peki neden öfkeliyiz? Biz, meseleyi, radikal bir biçimde, özünden kavrayan Marcus Aurelius’a, iki bin yıl öncesine dönelim. Roma İmparatoru olan Aurelius, yaşadığı dönemde, yerkürenin en güçlü kişisiydi; “Beş İyi İmparator”’unsa sonuncusu. “Düşünceler” adlı eserinde, erdemli kişinin öfkeli olamayacağına, öfkesinden arınabilmiş kişiye özgür denilebileceğine değinir. Öfkeli toplum, özgür ve erdemli bir toplum olabilir mi? Erdemli, dolayısıyla özgür kişi en kıymetlisiyle bile erdem üzerinden ilişki kurar. Ona göre özgür kişi, “Çocuğumu yitirmesem!” diye yakarmaz, şöyle yakarır: “Çocuğumu yitirmekten korkmayabilsem!”
Erdem’in koruyucu çatısıysa Adalet’tir. Toplum olarak, tepeden tırnağa neden öfkeliyiz, bir de böyle düşünün.