Her inanç, kendine has bir yaklaşımla, dünya ve ahirete ilişkin farklı yorumlar getirmiştir. Bu farklı yorumlar, oluşturulan sıradüzen (hiyerarşi) aracılığı ile dinlerin kendi mensuplarına bakışına da yansımıştır.

Bu durum, sadece dinden dine farklılık göstermeyip, bazen aynı dinin farklı yorumlarında bile var olabilmektedir. Bu durumun en ilginç örneğini, Alevî ve Sünnî inancın yapılanışında görmek olanaklıdır. Ortodoks Sünnî inancın temel yaklaşımlarına göre, cinsiyet ayrımı oldukça belirgin olup erkek egemen bir tutum izlenildiği görülmektedir.

Alevî-Bektaşî söyleminde ise kadınlar yüceltilir ve buna bağlı olarak kadın-erkek ayrımcılığı kınanır. Söz konusu söylemde, cinsiyet ayrımcılığının yapılmaması ve insana sırf insan olduğundan dolayı değer verilmesi ilkesi hassasiyetle gözetilir.

Peki, Alevî-Sünnî yarılmasının henüz yaşanmadığı Asr-ı Saadet döneminde uygulama nasıldı?

İbrahim Bahadır, “Alevî ve Sünnî Tekkelerinde Kadın Dervişler” adlı kitabında şunları yazar:

“İlk Müslümanlar olan kadın ve erkekler, ibâdetlere ve ilâhi sohbetlere birlikte katılırlar; kadınlar, sabah namazını Hz. Muhammed ile birlikte kıldıktan sonra örtülerine sarınarak evlerine giderlerdi. Hz Muhammed, kadınların mescide gitmesine engel olunmamasını emreder; hatta, gece namazları için bile kadınlara izin verilmesini söylerdi. Hz. Ömer dönemine kadar, Mescidi Nebevî’nin kapısında, kadınlarla erkeklerin, aynı kabın içine ellerini sokarak birarada abdest aldıkları aktarılır. Hatta, Hz. Muhammed, Ümmü Varaka’ya imamlık görevi vermiştir. Hem erkeklere, hem de kadınlara namaz kıldıran Varaka, bu görevi, Hz. Ömer dönemine kadar sürdürür.”

Faslı yazar ve sosyolog Fatma Mernissi’ye göre, daha sonradan getirilen örtünme yasağına itiraz eden Hz. Ayşe yalnız değildir:

“Hz. Hüseyin’in kızı Sekine de örtünmeye gerek görmezdi. Hatta, Sekine’nin yaşantısı, günümüzdeki bir feministin yaşantısından pek de farklı değildir; belki de bu nedenle bazı İslâmî otoriteler, Sekine’nin, Kerbela’da altı yaşındayken öldüğünü öne sürerler.”

Sekine’nin yaşantısını anlatan bazı belgeleri, 1984 yılında Penang’da yapılan bir konferans sırasında dile getiren Mernissi’nin sunumu, dinleyiciler arasındaki öfkeli bir İslâmî dergi editörü tarafından bağırılarak kesilmiş, elinden mikrofon zorla alınmış ve yalancılıkla itham edilmiştir. Hemen orada, tüm referansları gösteren Mernissi, Arapça olan referanslarını yetersiz bulan bu editörün, daha sonra ne Arapça yazabildiği, ne de Arapça okuyabildiğini öğrenir.  Mernissi, bu olaya, “The Veil And The Male Elite: A Feminist Interpretation Of Women’s Rights In Islam” adlı kitabında değinmiştir.

Onsekizinci yüzyıla gelindiğinde, durum giderek kadınların aleyhine bozulmuştur. Ortodoks Sünnî anlayışa doğru yönelim sonucunda, tarikatlarda kadın, tekkenin ayrı bir yerine taşınacaktır. Artık, edep erkânı içinde şu koşulları bulunduran tekkeler vardır:

  1. Kadınlar, kocalarının tarikatına girerler.
  2. Kadınlar, erkeklerle beraber sesli zikir yapamazlar.
  3. Kendi aralarında zikir için mürşidin izni gerekir.
  4. Mürideler, şeyhin elini öpemezler.
  5. Kadınlardan, hâlife olmaz.

Eril toplumlar, kadın ile ifade edilenin üstünü örtmede ısrarcıdır; toplumsal cinsiyet yasalarını işletir. Bunun ile ilgili, en tuhaf örneklerden biri de Anadolu’nun kadın erenlerinden olan Tavus Hatun ile ilgilidir.

Nezihe Araz, “Anadolu’nun Kadın Erenleri” adlı kitabında, Tavus Hatun’un, Mevlânâ’nın aşk ve şevk ile Konya’yı kasıp kavurduğu çağda yaşadığını yazar.

“O, zamanının Râbia’sıdır âdetâ; hiçbir karşılık beklemeden yardım eden ve seven kadının simgesidir. Bir süre sonra mertebesi o dereceye varır ki, artık kimseyi görmeden yaşadığı kulübesinde, her şafak vakti çaldığı rebabın lâtif sesinde ruhları uyarırken, tepenin eteklerinde semâ meclisi kurulur; Mevlânâ ve onun sadık dostları, katmerli sultan sümbüllerinden süzülen bu lâtif sesle ruhlarını yıkarlardı.”

Mevlânâ, Tavus Hatun öldükten sonra, yaşadığı kulübesinin yerine bir türbe yapılmasını söyler. Bu türbenin adı, zaman içinde değiştirilmiş ve girişine, ne yazık ki, Tavus Baba Türbesi yazılmıştır!

Güzel olan şudur ki, Camille Helminski Women of Sufism” adlı kitabında;

“Konya halkından kime sorsam, istisnasız hepsi bana türbenin asıl sahibinin hikâyesini anlattılar” der.

Kadının din aracılığı ile baskılanması, özgürlüğünün kısıtlanması konusunda konuşulacak, tartışılacak çok şey var gibi görünüyor.

Konu ile ilgili okuma yaptıkça, literatürün Türkiye ayağının çok zayıf kaldığını fark ediyor; üzülüyor ve utanıyorum.