İslâm pratiğinin, kendinin, kendinden, İslâm karşıtlığına gebe kaldığı aşamayı tamamladık; bebek doğdu. İçi boş tekrarlara indirgenen ibâdetler, dinin ikiyüzlülüğe kurban edilmesi, annesinin ayakkabısını, giysilerini giymiş çocuk örneği gibi ortada bıraktı bizi: Ciddiye alınmıyoruz. Bu ülkede yaşayan hiçbir yetişkinin, bebeğin meydana gelişinde, bizâtihî katkısını inkâr etmemesi (kendini olumsuzlaması), zorunlu olarak olumluyu ortaya çıkaracaktır: Bu, bebeğin sorumluluğunun beraberce üstlenilmesidir. Hasta olduğunu kabul etmek ve bir doktora gitmek olumludur.

İslâm, bildirilmiş son din olduğuna göre, İslâm’da reform olanaklı olmasa da anlayışımızda reform olmazsa olmazdır. Bunun anlamı şudur: Pişirmek istediğimiz yemek için tüm malzeme ve koşullar sağlandı, yemek halen pişmiyorsa sorun başka yerde aranılmalı. Üç kitabın yetkin bir sentezi olan Kur’ân’ı anlamak kolay değil.

Güncelleme, güncelleyen merkez ile güncellenenin özdeşliğine işarettir: Kapsama. Reform ise, var olanı, daha iyi olduğu düşünülen ile düzeltmek demektir; düzeltme nisbîdir ki, sözcüğün “re” hecesi ile gösterilen bölümüdür.

Güncellenmekten söz etmek, güncel olmadığını kabul etmek, İslâm’ın özü olan “lâ” ile uyumlu olmak demek: Olumsuzlama. Belki daha da önemlisi, “tevhî”den düşüldüğünü yadsımamak demek. Cedel, eş deyişle eytişimin (diyalektik) kapsanarak aşılmasının bir sonucudur tevhîd, Türkçesi, bireşim. Örneğin Kemâl, Cemâl ile Celâl’in aşkın birliğidir.

Eski bir ateist olarak, tevhîdin anlamının, dindar kitle tarafından hakkının verilmemesine üzülüyorum. Tevhîd her yeri ve gerekirse tüm dünyayı kendi anlayışımızın rengine boyamak demek değil, aksine, farklı olanla yaşamımızı yan yana, bağdaşarak sürdürmek demektir. Bu nedenle, “Senin dinin sana, benim dinim bana,” içselleştirilmelidir. Dinde reform, dinini hem söylem hem de eyleminde var etme kaygısı güdenlerin bireysel çabasında bulur. Bu bireylerdir ki, güncellemeleri otomatik olarak alır; bunu kendileri için gerçekleştirecek bir otoriteye gereksinimleri yoktur. “Dinde ruhbanlık yoktur.” İslâm’ın yeşerdiği ve yaşatıldığı aslî merkez olan bireyin, yani dinamonun, belirli aralıklarla kendi anlayışında reform yapması özseldir. Allah’la kul arasında kalması gereken bir ilişki: Kul, kendini eylem ve söylemlerinde sınar, ihlâstan uzaklaşmışsa anlayışını reforme eder.

Uygunsuzluk durumu tespit edildiğinde, gerekirse formun (biçim) yıkılarak tekrar yapılandırılması gerekir. Bu yapıldığı sürece, güncellenmek için “kapsama alanında olmamak” olanaklı olmayacaktır. Kanaatimce, “Allah, her an bir şen’dedir,” âyeti, anlaşılması zor bir âyet de olsa, İslâm’ın bir tevhid dini olduğunu anlatan en önemli âyetlerdendir. Her an bir şen’de olan Allah’ın, el-Musavvir adıyla el verdiği sanatın, el-Alîm adıyla yol verdiği bilimin, felsefenin dışlanması bu âyetin sağlıklı değerlendirilememesi, dünyada her an olmakta olandan, Allah’ın el çektirilmeye girişilmesi anlamına gelir.

Şimdi biz Mezmurlar’da, “Rabbe santur ile, tef ile, sazlarla, borularla (nefesli çalgı), zillerle hamd et, raksederek onun ismine hamd et,” diyen âyetleri nasıl anlamalıyız? Aynı mısralar der ki: “Muttakiler, izzet içinde sevinç içinde coşsunlar.”

Takvâ sahibi demek, Allah’tan korkan demek midir? Hani hainler korkardı? Havf ve haşyet… Azâmet-i ilâhî karşısında ürpermek, haşyetullah, donup kalmak, korkmak mıdır? İşte, adına şükretmek için canımızı hapisten çıkardığının kanıtıdır bu coşku. Demek ki, yemeğin pişmesi için ateş yakmak zorunlu. Cânım emek emek yetiştirilmiş sebzeleri, çeşit çeşit baharatlarla pişirelim artık, yoksa kokacak. Çeşitlilikten korkmasak?

“Kültürün Tanrısı”ndan bir adım öteye geçemiyoruz, onu bile sağlıklı değerlendiremiyoruz. Allah adını, neden boş yere anıyoruz? Herkes kendine göre bir Allah anlayışına tutunmuş gidiyor. Oysa Allah, bize dört kitapla; İbrahim’in, İshak’ın, Yakup’un ve İsmail’in Allah’ı olduğunu bildirdi. Bunun anlamı nedir? Benim de Allah’ım olması için ne yapmalıyım?

Kalıcı ve evrensel olan ussal olandır. Küllî Akla yaslanarak “Rabbülâlemîn,” demiştir Hz. Muhammed. Âriflerin, bir zerrenin bile dışarıda bırakıldığı bir anlayışın, tevhîd olamayacağını söyledikleri tevhîd, ulaşılması kolay bir idrak değildir. Yahudi’yi, Hristiyan’ı, Ezidî’yi, Alevî’yi, bilimi, felsefeyi, müziği, resmi, heykeli dışarıda bırakan bir anlayışla tevhîde nasıl ulaşacağız? En gereksinim duyduğumuz şey akıldır; faal akıl.

Tevhîd, inşâî bir anlayıştır, başta yoktur. Mısr-î Niyâzi’ye sormuşlar: “Mesih gelecek, mehdî gelecek diyorlar, sizce ne zaman gelecek?”

Yanıt muhteşem: “Mesih, benim fazlım durur, Mehdî, benim adlim durur.”

Dört kitabın özeti: Gelmiş bile! Yasalılığı (Musa) öylesi sağlam temeller üzerine kurdum ki, erdem kendiliğinden geldi, bir sevgi varlığı (İsa) oldum. Bu zât-ı muhterem, dışarıda Musâ’yı, içeride Îsâ’yı öyle bir denge durumuna getirdim ki, Muhammedî şuur bendedir, demiş oluyor böylece.

Bilgeler, sözün özünü söylerlermiş. Hz. Ali, “İlim, bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı,” demiş, böylece tam da benim yaptığım işi tariflemiş.

Kur’ân’da, henüz nefs-i emmâre düzeyindeki doğal bilinç için âyetler vardır, nefs-i mutmainne için de. Emmâredeki nefs, mutmainne seviyesini anlayamaz. Yöneldiği, kendini bulduğu âyetler, zorunlu olarak; cinsellik, kısıtlama, hükmetme ve korkuya yönelik olanlar olacaktır. Âyetlerin çelişkili görünmemesi olanaksızdır. Hitap ettiği bilinç düzeyleri farklıdır. İhlâs sahibi, yetersiz olanın kendi aklı olduğunu sezer, bu nedenle soru sorar. Ne yazık ki, herkes kendi bilincini yüksek görüyor: Lâ denilen tek şey, lâ’nın kendi olmuş. Sağlama yapmamızı önereceğim: “… Ancak, iman edip, sâlih amel işleyenler …” Sâlih amel, iyi, güzel iş olarak çevrilince her şey havada asılı kalmaya devam ediyor. Siyasî hırslarıma dini âlet ederek görülmesini isteyerek yoksullara yardım ettim diyelim, iyi iş mi yapmış oluyorum? Bir ölçüde evet. Yoksulun karnı doydu. Sâlih amel bu olabilir mi? Hayır. Sâlih amel, kendimizle barışı getiriyor mu? Huzurlu, kaygı ve korkunun yerini imana bıraktığı bir kişi miyim? Oysa ezanla, her gün kaç kez salâha ve felâha davet edilmiştik. Sahiden, aramızda kurtulan var mı? Din, bizi hakiki olan, tek olan amacına ulaştırdı mı? Demem o ki, “İman, kalplerimize yerleşti mi?” Emin miyiz, mümin miyiz? Müslüman olmanın, doğrudan kalplere iman getirmediği Kur’ân’da açıkça yazıyor.

“Mümin, müminin aynasıdır,” hadisini önemsiyorum. Rüyasında, hakta durmadığını gördüğünden, kan ter içinde uyanan kişilerle dostluk ettiğimi hayal ediyorum. Muhteşem ihvan yakınlığı! Bu nedenle, samimiyetten, dinden ne anlaşıldığını, her şeyden önemlisi, hakikate ne derece tâlip olunduğunu, Kerbelâ olayına bakıştan devşirebiliyorum. Muaviye’ye, “Hz. Muaviye,” demeye devam etmeyin Efendiler!