Eski Ahit’te, Hz. Eyyûb, nefsini alt etmek üzere yola çıkmış bir tâliptir. Gösterişli yaşantısı, Rab’den çıkan izinle, Şeytan tarafından, elinden alınır. O güne kadar kendinin saydığı her şeyi yitirmiştir. Sefil bir durumdadır; vücudunda açılan yaralardan kokular çıkmakta, etini kurtlar yemektedir. Sabır ve isyanla dolu iç çelişkileri içinde acı çeken Eyyûb, kendi gününe lânet eder, Rabbine isyan eder, kıvranır. Üzerindeki elbiseler bile kendinden iğrenmektedir!

Yalan söyleyecek değilim. Sabırla özdeşleştirilmiş bu peygamberi düşünürken, sürekli “sabretmeyecekti de ne yapacaktı?” diye sorarım kendime. Düşünsenize, işiniz batmış, sabredeceksiniz, eviniz yanmış sabredeceksiniz… Başka ne yapabilirsiniz! Sabretmek, her zaman umut barındırıyor: “Bunlar geçecek ve ben şuna buna kavuşacağım.” Aynı anda, hem acı, hem de umutla yüklenmiş/hamile(haml) olmak  tahaml etmeyi kolaylaştırıyor; çekilir kılıyor.

Elime aldığım her konuyu, gidebileceği son noktaya kadar ittirmek huy olmuş bende. Bu huy, Eyyûb kıssasını da sabır ve tahammülü artık gerekmediği yere kadar yuvarlamama neden oluyor. Cânım Îsâ’ya geliyorum böylece: İbrahim, dostumdur.

“Baba, bu kâseyi benden al.”

Baba seni keşke tanımasaydım. Dünya ile, verecek canı dışında hiçbir bağı kalmamış olan biri neden ister bunu? Bilirim, bazı sözler yerine gelsin diye, vâki olmuştur kimi şeyler…

Çarmıhtaki Îsâ’dan daha yalnız biri olabilir mi? Onu şimdi görsek tanır mıyız, ayırt edebilir miyiz onca kişinin arasından? Acısına çarpar mıyız? O devirde çarmıha gerilen binlerce kişiden biriydi Îsâ. Bu devirde, milyonlar arasından, hangi özelliği ile onu ayırt edebiliriz? Kimdir o? Evlât, eş, arkadaş, kardeş, komşu? Yakınlık derecesi önemli değil her daim katıksız bir yabancı…

Mübarek başına, alay etmek için bastırılan telden tâcdan, gözüne süzülen kanı görsek:

“Îsâ Bey’in gözünü kan bürümüş” der miyiz? Hele hele düzenin tezgâhlarına tekme atmasına tanıklık ettiysek, hani o bizim ürünlerimizin de satıldığı tezgâhlara… Ne mi yaparız? Değil tekme, hakta duramadığımızı imlese bile, bir suç yaratır suçlarız. Oracıkta, Baba’yı terk ederiz.

Sırrını ifşâ eden hâin, hangimiz olurdu acep? Ya ona duyduğu muhabbeti inkâr eden?

“Ay benden duymuş olmayın ama, şu İzmirli Îsâ Abi’nin ne işi vardı oralarda? Tutulacak iş miydi Magdalena’yla” der miyiz? Lezzetle, hırsla dedikodusunu yapıp ittirir miyiz çarmıha? Sonra onun öyküsünü, İncil’i okuyup özdeşleşir miyiz öykünün öznesiyle? Yoksa edep eder de sonunda başlar mıyız öz eleştiriye?

“Baba ile ben biriz” dese, kıskanır mıyız? “Deli” mi deriz yoksa? Öyle ya, Îsâ’yı suçlayan, yargılatan, çarmıha gerdirenler, Baba ile olan birlikteliklerinin “birinci sınıf” olduğuna inanan bir topluluk değil miydi? Nasıl da haklılardı: Baba gerçekten onlarlaydı. Vardı daha Baba’nın öğrenilecek pek çok adı. Yoksa, affedilmeleri için, hiç yalvarır mıydı çarmıhtayken Îsâ; “bilmiyorlar” diye göz yaşı döker miydi? Anasını bile “kadın” mesâbesinde kılmış bir bilinç, onları sevmekten gayrı ne yapabilirdi sanki! Hepimizin günahlarını ödeyerek, zamana bile kendini sıfırlatan bir güzel. Yüceltilecek bir şey yok, yüceltmeye ihtiyâç yok: Bizim günahlarımızın bedelini ödedi, kimse onun çektiği acıyı çeksin istemedi, artık son olsundu, kalmasındı kimse geriye… Kırık cezvesini de toplamıştı bir keresinde. İnsan’ı tercih etti ve Baba’sı saygı duydu bu tercihe.

Tahammül etmeye değecek ne olabilirdi ki bu cenâhta? Sabır, tahammül, hele hele teselli, boş iş. Teselli edilerek geçiştirilmek, korkularımdandır. Yapamadım işte, ilgilenemedim meselemin dışına düşen ile. Hep bir hodri meydan! Yok mudur Bektaşîliğe bir çare! Son Bektaşîlerden olsa gerekti Leonard Cohen. Kanser teşhisi aldığında şöyle seslenmişti Tanrı’sına:

“You want it darker

We kill the flame” (Daha karanlık olsun istiyorsan, alevi/ışığı söndürelim)

Ali’yi çağırmıştı Îsâ: Âli’sini. “Eli, Eli! Lama şabaktani?” “Baba, Baba! Beni neden terk ettin?” Kâinat yaratıldığından beri, bundan daha acı bir cümle sarfedilmedi Yanıtı duymuş muydunuz?

“Kızım!”

Sitemin ne önemi var? Sitem etmek de ilişki demektir. Asıl mesele, Baba’yı terk etmemekti, o aşamada bile! Babayı terk edenler, Îsâ’yı çarmıha gerdirenlerdi: Hâlen öyle ve Baba onlarlaydı.

Sorup dururlar, “Îsâ gerçekten yaşadı mı, yoksa yalan mıdır?” diye. Yanıtı sana bağlı dostum: Sen yaşıyor musun? Yoksa uydurduğun yalanlara inana inana yalan mı oldun? Hiç gerilmeyeceksin çarmıha desene… O halde, olmayan bir peygamberin babasından sana ne!

Boşuna denilmiyor, Hz. İbrahim’dir asıl mesele.