Topluma karıştığımız her ortamda, biz meşgulken zeminden akıp giden bir ırmağa benziyor bilinçaltımız. Kokusu ve renginde gözlemlemeye başladığımız ürkütücü değişiklikler, debisinin de bir hayli yükselmesi nedeniyle tehlikeli bir hâl aldı. Artık, üzerinde durduğumuz zemini sarsıyor, dengemizi bozuyor. Maruz kaldığımız bu akıntının, bir girdap oluşturup oluşturmaması, bizim kendimizi nerede konumlandırdığımızdan bağımsız olmasa gerek.

İnsan psişesini, sadece kişiyi ilgilendiren bir konu olarak ele almanın, kişisel bir bakış içine hapsetmenin, ölümcül bir hata olarak nitelendirildiğinden daha önce söz etmiştim. Benzer biçimde, toplumsal dinamiklerin de içinde yaşayan bireylerden bağımsız olarak ele alınması olanaklı değildir. Kolektif bilincin dinamiklerinin serbest kalması, güruh oluncaya kadar, bireyde uyuyan vahşi hayvanların ve iblislerin ortaya çıkmasındaki en önemli etken olarak görülür.

Parçalanmış kişilikler, kendiyle iletişimi kesilmiş ruhlar; sinirlilik halinden nevroza kadar uzanan geniş bir yelpazede modern insana eşlik etmektedir. Bazı düşünürler, insanı hayvandan ayıran temel özelliğin düşünmek değil kendini tarihsel bir varlık olarak kavrama yeteneği olduğunu öne sürer. Oysa pozitivizm için psişe, organik süreçlerin neden olduğu bir yan üründür ve dinsel deneyim, aklın özgün durumlarındandır. Bu durumda, aklın, kendi varoluş biçimini kavrayamayacağı sorusu havada asılı kalır? Soliptik (tekbenci) benliğin akıl olarak referans aldığı “akıl”, alt katları olmayan bir boşlukta asılı olarak, gerçek (kendi) tarihini alt katlar boş olduğundan dolayı bulamaz.

Psikoloji bilimine göre, bilinç, bastırma yoluyla komplekslerle başedebilmektedir. Bastırılan kompleks, bilinçten ayrılmaktadır; ancak, daha önce bilinçte hiç yer almamış komplekslerin de olduğu ve bunların esrarengiz bir biçimde bilinci işgal edebileceği bilinmektedir. Binlerce yıllık bir sürekliliği olanaklı kılan bu tür bilinçdışı koşullanmaların, biyolojik kalıtım yoluyla aktarıldığı düşüncesini ileri süren Jung, bugün epigenetik mekanizmaların keşfiyle doğrulanmıştır.

Hepimiz gölge bir yan taşıyoruz; bunu biliyor, ama yokmuş gibi yaşıyoruz. Gölge yanımızın koyuluğu, bilinçli bölgemize konu edilenlerin toplamından bağımsız değil. Kendimizi, bilincimize konu edebildiğimiz oranda, gölge yanımız ışığa kavuşturuyor. Jung, daha ileri giderek şu tüyler ürpertici teşhisi yapıyor: “Günümüzde, hiçbir uygar ülke yoktur ki, alt düzeydeki halk tabakaları, huzursuz ve muhalif olmasın. Bazı Avrupa ülkelerinde bu durum, üst tabakaların da başına gelmeye başladı. Bu, psikolojik sorunlarımızın dev boyutta olduğunun göstergesidir… Ortak sorunlar da kişisel sorunların bir toplamıdır.”

Modern birey, simgesel bir dil olan rüyalarını ve bilinçaltını yok sayarak yaşar. Mistik olanın var olduğunu kabul etmek, onun için onurunu yitirmek denli küçültücüdür. Jung’a göre, bilimsel kuramlar, bilinç düzeyini ifade eder. Dogmalar ise ruha seslenir; bilinçaltımızın fedâkârlık, pişmanlık, günahtan kurtulma draması gibi yaşam sürecini anlatır. Dogma, rüya gibidir; özerk bir edimi yansıtır. Dogma, asırlardır devam eden dolayımsız deneyimdir Jung psikolojisinde. İnkâr etsek de, yansımalarıyla rüyalarımızda karşılaşırız. Bazen öyle rüyalar görürüz ki, ertesi günkü ruh halimize âdetâ onlar karar verir.

Jung, tarihsel bağlamından koparmadan rüya, simge, ritüel, efsane, mandala çözümlemeleri yapmıştır. Gözlemleri, arketip bir Tanrı imgesinin varoluşunu kanıtladığından, bunun çok önemli ve etkili bir arketip olduğundan söz etmiştir. Mandala çözümlemelerinde, eskiden Tanrı’nın olduğu merkezde, artık, Tanrı’nın olmadığını saptaması önemlidir. Yüzlerce hasta, birbirinden bağımsız ve herhangi bir etki altında kalmadan yapmıştır mandala çizimlerini. “Çağdaş bir mandala, kendine özgü bir akıl durumunun istek dışı itiraf edilmesidir. Mandalada Tanrı yoktur, bir tanrıya boyun eğme ya da onunla barış içinde olma söz konusu değildir. Tanrı’nın yerini, kişinin bütünlüğü almıştır.”

Fakat, biz eğer Tanrı’nın göreceliliğinden söz edeceksek onun yerini alacak “ben”in ne’liği önemlidir. Jung, burada şu uyarıyı yapar: “Bu felsefe, ateizm gibi aptal bir yanlışlıkla karıştırılmamalıdır.” Burada, “ego”nun öz ile birleşmesinin, “şişme” yaratması gibi bir tehlike olduğunu vurgular. “Merkezinde Tanrı’nın olmadığı mandala çizimleri, ilâhî imgeyi artık yansıtamayan, gerçek bir şişme ve kişilik bölünmesi tehlikesi içindeki kişiliği gösterir.”

Jung, “tremendum”un ölümü, Tanrı kadar büyük bir varlıkta bulunan bu yoğun enerjinin nereye gittiği sorusunu beraberinde getirdiğinden dem vurur. Örneğin, Nietzsche ateist değildi, onun Tanrı’sı ölmüştü. Yerine ne koyacağını bilemedi, kişilik yarılmasına uğradı, dürüst bir insandı zira. “Oysa mandala merkezleri, egomerkezlilik dışında her şeydir… Şişmeden ve duygusal kopukluktan kaçınmak amacı ile gerek duyulan, nefsin kontrol mekanizmasıdır.” “Böyle bir kişi bilir ki, dünyada yanlış olan ne varsa kendi içindedir, kendi gölgesiyle baş etmeyi bir kez öğrenirse, o zaman dünya için gerçek bir şey yapmış olur.” Yukarıda anlatılan toplumların, ancak, bireylerin bu yönde dönüşmeleri ile değişebileceğini vurgular.

“Baba – Oğul – Kutsal Ruh, kısacası Teslis anlatımında; Baba’dan, Oğul’a geçiş, zaman boyutunu içerir. Alan unsuru ise Mater Dei tarafından temsil edilir.” Mater, etimolojik olarak mother, matter gibi sözcüklerle bağıntılıdır. “İlk Hristiyanlar, Kutsal Ruh’a, Sophia/Sapientia diyorlardı.” Yeryüzüyle ilişkilendirilen Tanrıça’nın izinin artık sürülememesi tesadüf müdür?

Hz. Îsâ, dinde ilk “özne” olarak kabul edilir. Boyutsuz ve gizemli bir Tanrı’nın, şimdi ve burada; eş deyişle, zaman ve mekânda olanaklı olduğunun, üç boyutta tecelli ettiğinin bir gösterimidir.


Not: C.G. Jung alıntıları Psikoloji ve Din kitabından yapılmıştır.