Rıza Zelyut’un, Osmanlı’da Oğlancılık[1] adlı kitabının toplatılmasına karar verilmiş. Gerekçe olarak, “toplumsal yaşamın düzenli gitmesi için sadece yasalara uymanın yeterli olmayacağı” beyan edilmiş.

Hemen her gün, tarikat liderleri ve din adamlarınca güncellenen, erkekler için tahrik edici uzuv ve eşya listesine, bu hafta mekân başlığı da açıldı. Söylenilecek yeni bir şey kalmadı sanırım; üzüntü, tiksinti, hayret barındıran tüm duygular aktarıldı. Konuyu hızla özetlemek istersek; anne dizi ve anne kolunun bile tahrik edici olabileceğini öğrendik. Kimileri için, ana kucağı, ana bağrı, evlatsız kalmış artık, besbelli.

Kişinin, “inandığı gibi yaşayamayınca, yaşadığı gibi inanması,” sorunsalını, “daha derini olmayan bir çukur,” olarak tanımlamıştım. Bir öznenin öznel deneyiminin, emek verdiği öğretinin ilkeleriyle uyumsuz olması durumunda, öznel deneyimini, öğretiye, ilkeymişçesine aktarması yaygındır. Bunun sıklıkla görüldüğü iki alan ise düşünce ve inanç alanı. Bu ikilinin (felsefe-din) özsel bağı fark edilmediği sürece, öznel deneyim aktarımlarının bir ‘norm’ olduğunun öne sürülmesi kaçınılmaz olur. Hızla, ilkeli düşünmenin, ilkel düşünme biçimi aldığı görülür. Din ve cinsellik arasındaki yanlış anlamanın, beden aracılığıyla iktidar sağlamak için ucuz bir köprü olarak kullanılması da bununla ilgilidir.

Pederastinin, Osmanlı’daki varlığı, kitap toplatılarak ortadan kaldırılamayacaktır kuşkusuz. Halil İnalcık’ın, Has-Bağçede Ayş u Tarab[2] adlı kitabında, Mustafa Âli’nin işret meclisleri anlatımında, gılmânlara da yer verilmiştir. Gerçeği yok sayamayız. “Toplumsal yaşamın düzenli gitmesi,” yasaklarla sağlanamaz.

Mitlerin tanrılarından, Antik Mısır’a, oradan Antik Yunan’a geçip günümüze dek sıralansa, yazının sonunu, henüz başlamışken getirecek denli uzun bir listedir oğlancılığın tarihi. Antik Yunan’ın, en güçlü kent devleti Sparta’da erkek çocuklar, 7-20 yaşları arasında ailelerinden alınır ve çok sert koşullar altında yetiştirilirlerdi. Pederasti, eğitimlerinin bir parçasıydı. Platon’un kitaplarında, genç erkeklerle ilişkinin, aşkın, olağan sayıldığı satırları okuyanlar bilir. Roma İmparatorluğu döneminde de erkek çocuklarıyla cinsel ilişki normal sayılırdı. Asya halklarına bakarsak, onların da geri kalır bir yanlarının olmadığını görürüz.

Tecavüzün, ötekinin bedeni üzerinden iktidarın sağlanmasının bir yöntemi olduğunu anladığımızda, kökenini, bir cinsel işlev bozukluğunun, “iktidarsızlık” olarak adlandırılmasında açığa vuran sorunun, kaygı verici derinliği duyumsayabiliriz: Erkek olmanın tek yanlı, neredeyse hayvanî bir eylem olmaya dek indirgendiği karanlık kuyuyu. Bu konunun ayrıntılarına girmeden, asıl soruna işaret etmiş olmakla yetinelim. Pederastiyi konu edinen yazıların, hatta bilimsel makalelerin, şaşılacak bir esneklikle aynı makalede, erkek homoseksüelliğine değinmesi başka bir sorundur. Sorun tecavüz iken, iki tarafın rızâsının olduğu bir cinsellik biçiminin de önümüze konulması, “iktidar sorunu kıskacında erkek” probleminin, dışa vurumudur.

Pederasti, bugün artık suçtur. İnsan doğası, yadsındığı yerin bağrına hançerle dönüyor. Papa’nın savaş açtığı, Kilise’nin kokuşmuşluğu konusunda, yürekli açıklamalar yaptığı bir sorundur oğlancılık. Bizde ise mümkün olduğunca hasıraltı edilmeye çalışılır. Ülkemizde, son dönemlerde, basına yansıdığı kadarıyla, oğlancılığın, tarikat-cinsellik bağlamında bir sorun olduğunu düşünmek haksız bir tutum olmaz. Durumun, sorunsal aşamasına geçtiğini, yetkili ellerin eylemsiz, yetkili ağızların ise söylemsiz olmalarından anladık: İşbirliği.

Cinsel dürtü kontrolü, nefs eğitiminin ilk basamaklarından sayılır. Müslümanlıkta, öteki dinlerde yasak olan şeylerin serbest bırakıldığı gibi eksik bir anlatım vardır. “Öteki din” diye bir şey yoktur, din, tektir. Yasalılığın temellendirildiği ilk aşama, şehvet ve şiddetin kontrol altına alınmasından ibarettir. Şehvet, fâhiş seviyede yapılan, kısacası bağımlılık durumu almış arzu ve istek ile ilgilidir: Seks, yemek yemek, mevki-makam hırsı, servet hırsı… Bu basamaklar, layıkıyla geride bırakılırsa Hz. İsa kıssası ile anlatılan sevgi ortaya çıkar. Dünyevi olanla ilgisi kalmamış bir bilinç seviyesi. Ne para, ne cinsellik… Ancak, bu yolla kemâle, dengeye gelen, müminlerdendir. Ben demiyorum, güzel Muhammed diyor. “Allah güzeldir, güzeli sever.” Önce dost olmayı becerebilmeli, habibi olabilmek için. Yine Hz. İbrahim kıssasına geldik. Bu konu, yanlış anlamaların zenginleştiği bir konudur. Mecâz ile hakikatin karıştırıldığı.

Maneviyat tarihinde, aynı ağacın köklerinden beslenen, ama farklı dallara ayrılmış bir çeşitlilik vardır. Dalların çeşitliliği, yetkin bir bakışa, özün zenginliği olarak görülecektir. Örneğin, kundalini enerjisinin uyanması, ortak bir süreç olsa da nasıl uyandırıldığı, sorunun merkezine oturur. Bu, kültürlere göre değişiklik gösteren anlatımların, nefslerin bulunduğu seviyeye bağlı olarak, giderek öznel yanılsamalar biçiminde yaşandığı ve yaşananın da gerçeklik kabul edildiği sakıncalı konulardandır. Mecâz ile hakikat karıştırılmaktadır. Bu kuyudan, ne mecâzı reddederek ne de suçu olağan görerek çıkabiliriz. Sıkça değindiğim soyutlama yetisinin gerekliliği, bu hususta da anahtar rol oynayacaktır. Eril ilke, dişil ilkenin, yani semâvî olan ile arzî olanın birleşmesinin, kendinden kendine bir süreç olduğu, hermafroditizm, partenogenez gibi olgularla da anlatılmıştır. Nefs eğitimi tamamlanmamış, anlayış bakımından tekâmül etmemiş bilinçlerin, mecâzı hakikat zannedip uygulamasıdır tarikatlarda yaşanılan. Pedofilik eğilimlere, mübâh kılıfı giydiren yanlış anlama da budur. Bu yanlış anlamaların üstesinden gelmek için din ile anlatılanın, gerçekte ne olduğunu anlamalıyız. Nasıl yapacağız? Bir yanda, nâkıs anlayışına din kisvesi giydirip, cinsellikle ilgili eylem ve söylemleriyle bizi bezdiren bunaltan bir taraf, öteki yanda ise dinin gereksiz olduğuna şimdiden, kendiliğinden, bilgisi olmadığı hâlde inanan diplomalı bir cahil ordusuyla mı?

Olur a! Modern taifenin, cehl-i basit Türkçe lâkırtısıdır diye dudak bükenlere, İbnu’l Arabî’den sirâyet eden bir zevki, şahsî kanaatimle harmanlayıp Osmanlı Türkçesi[3] izah edeyim: Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri’nin, eltaf-ı eltaf-ı latîf olduğu zâtı baht mertebesinden tekâsüf buyurarak hâriçte (mertebe-i şehâdet) zuhûru ile neticelenen merâtib hakikat ehline ayândır. İlâhiyetin me’lûh olmayınca zâhir olmadığı, Âdem’in kemâlât âleminin miftâhı olduğu gibi hususlar elbette nazar-ı fikrî tarîkı ile bilinemez. İmdi, Ulvîyyetin dahî hakîkî ve izâfî kısımlara ayrıldığı hatırlanacak olursa, gayr-î kâmiller indinde Hakk’ın ma’rifet ile bilinmesi mümkün değildir. Hz. İbrâhîm fassında beyân olunan hikmet-i müheyyemiyye (halîl, tahallül, mütehallil, tahlîl, duhûl, hulûl gibi elfâzın yekdiğerine temas eden manâları ve Hz. İbrâhîm’in sûretinin vucûduna Hakk’ın dühûlü ve sereyânı neticesinde Hz. İbrâhîm’in hakk ile ittisâfı hususu), âlem-i misâl mertebesinde vuku’ bulur; âlem-i ecsâmdaki sâlik, berk-i hâtif’e hazır edilir. Hâsıl olan bu olayın âlem-i ecsâm mertebesinde, ancak kendi nefsini idrâk edebilen ve hakayık-ı eşyâya ıttılâ’ı mümkin olmayan akıl nezdinde idrâki söz konusu değildir. Keşf-i ilâhî ile asıl manasına kavuşacak bu husus yanlış anlaşılmaktan mütevellid istismara uğramıştır. Bu hususda mertebelerin karıştırılması, niyet-i has eşhâsdan dâhi, sakıncalı izâhâtlerin sâdır olmasına sebep olmuştur. Zira hakk’ta müstehlek ve mahv olan ve Allah ism-i câmi’inin mazharı ile müşerref olmuş İnsan-ı Kâmil’lerin bile bu konuda zemm edildikleri vâki’ olmuştur.

Yegâne vird-i tez bir vuslat olan dostlara selâm ile…


[1] Osmanlı’da Oğlancılık, Rıza Zelyut, Kaynak Yay., (2017)

[2] Has-Bağçede Ayş u Tarab, Halil İnalcık, İş Bankası Kültür Yay., (2016)

[3] Osmanlı Türkçesi bana aittir, becerebildiğim kadarıyla. Hatalarımı bildiren olursa sevinirim.