“Türk Solu’nun açamadığı kilit” başlıklı yazım çok okundu, çok tartışıldı. Doğrudan insanın özüne işaret ettiğim bu yazıyla, neden başka grupları değil de solcuları mahkum ettiğim soruldu. Yanıt çok basit: Sol özünde, ezilenin, sömürülenin, mağdurun yanında olduğu için; yaşamını sağlayabilmek için emeğinden başka bir şeyi olmayanların haklarını örgütlü bir biçimde savunan bir dünya görüşü olduğu için.
Konu politika olunca, başka alanlarda maceracı okur bile kilitlenip kalıyor. Politik görüşümüz, çoğumuz için tuttuğumuz takım gibi. Bir ideoloji olarak sol, bir dünya görüşü olarak sol, tarihsel bağlamında sol hareket ve benzeri nice konu hakkında, derin çözümlemeler, zengin çıkarımlar yapmak bir köşe yazısı için uygun değil. Ancak, hepsinde ortak olan unsura, “insan”a dair konuşabiliriz. Din, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin, insan onurunu korumaya, en yatkın olanlardır bu yazının konusu?
Politik görüşünü, din ya da ırk ayrımı üzerinden temellendiren bir insan, henüz Evrensel olan ile bağını kuramamıştır. “Solcu” ise hamlesini hepimizde ortak olan soyuta doğru yapar, insanlığa. Bu bağlamda, solcu, din ve ırk ayrımı üzerinden siyaset yapanlardan, akıl olarak bir adım ileride olan kişidir. Hamlesi diğerlerinden ileridedir.
Sorun tam da burada başlıyor. Ne oluyor da iktidarın kazanımı, asıl sorunun unutulmasına neden oluyor? Hamle neden geri dönüyor? Sovyetler Birliği çözüldükten sonra, ortaya dökülen insan kalitesi şok ediciydi. “Yoldaş Sergey” nasıl olup da azılı bir Politbüro elemanı olarak, tesis edilen faşist düzende yaşayabilmişti? İşçi sendikalarının yöneticileri, asgari ücretle geçinen emekçinin hakkını, o lüks arabalara binerken mi savunacaklardı? Kimi sol sendikacıları, nasıl bir onursuzluk esir ediyor ki, zam oranları görüşülürken işverenin, iktidarın yanında yer alabiliyorlar? Ulusalcıların, evrenselden haberi var mı? Kürt milliyetçileri, evrensel ile olan bağlarını çoktan unutup, mikro milliyetçiliğe yönelmedi mi? Yurttaşlık kavramı, neredeyse istisnasız, yaklaşık yüz yıldır bol geliyor üstümüze.
Bilgi, para, ünvan, makam, yaş, cinsiyet nefes alabildiği her delikte, iktidara talip oluyor bu ülkede. Öncelikle evlerimizde. Evinde, ayağına hizmet bekleyen adamdan solcu olur mu hiç! Bununla yüzleşmeyecek miyiz? Sorun her dem “öteki” olabilir mi? Pazartesi günkü yazımı, bu soruna bir neşter olarak olarak sundum. Siz eğer, sorunu, dışarıda, ötekinde aramaya devam etmek ister, pansumanla yetinmeyi tercih ederseniz, özdeşliğinizi binlerce yıl sürdüreceğiniz, başka köşe yazarlarını okumanız gerekecek. Üzgünüm.
“Türk Solu değil, Türkiye Solu” olarak düzeltenler oldu. Kurtuluş Savaşını omuz omuza vermiş halk var benim için, halklar değil. Milliyetçilik tanımımı daha önceki yazılarımda kaleme almıştım. Ayrıca, Türk Solu olarak belirli fraksiyonları değil, insan sorununu evrensel boyutta kavrayabilen akılları kastediyorum. Ne daha azı ne de daha fazlası. Felsefe ile ilgilenmeyenlere derdimizi nasıl anlatacağız? Ussal sezgileri de örtülü. Bu düşünce yetersizliği, belimizi kırıyor.
Tinin Görüngübilimi, hem felsefi hem de edebi olarak başyapıt olarak nitelendirilen, okunması çok zor bir kitaptır. Fakat, bilincin ilk hareketinden son hamlesine kadar, insan denilen varlığın bilinç devinimlerini, dizgesi içinde müthiş bir yetkinlikle ele alır. Literatürde sıkça konu edilen köle-efendi diyalektiği, orada geçer. Bilincin bu aşaması ve sonrası için benim çekincem vardır. Yaklaşık iki yıldır bu konu ile ilgileniyorum, henüz netleşemedim. Kadim gelenekte bulduğum önemli bir ayrıntıyı bu eserde izleyemiyorum. Büyük olasılıkla, üstadı lâyıkıyla anlayamıyorum da ondan. Sorun şu: Efendinin, üzerinde bedensel hakimiyet kurduğu köle, doğayı dönüştürür ve emeğini, ortaya çıkan üründe tanır. Efendi, artık, tanınmak için köleye bağımlıdır. Sonrasında, ezilen, pozisyon değiştiğinde ezenin davranış kalıplarını mı tekrarlayacak, yoksa insanlık onurunun peşinden mi gidecek? Kitapta tekrarlamaz, tamam; ama ben kitapta, tümdengelimin, tümevarıma döndüğü o kritik satırı arıyorum, henüz bulamadım. Kendimi, özgün sınırlarıma dayanıncaya dek insan olarak tesis etme çabam, henüz sonlanmadığı için olsa gerek.
Köle-efendi diyalektiği, beden üzerinden ilerlerken (dış), ezilenin pozisyonu değiştikçe hepimizde asıl sorun olan ideal ben ile reel ben arasındaki yırtılmayı (iç) bu diyalektiği nasıl aşacaktır. Yöntemi nedir? Bu polidiyalektik* denilen yeni bir anlayışı getirmelidir: Diyalektiğin, diyalektiği.
Gücü, eline her geçirenin, neredeyse istisnasız, efendiliğe soyunması, sizde, bende yok mu? Sütten çıkmış ak kaşık mıyız? Kadim gelenek işte burada devreye girer. Philosophia olarak felsefe de bundan bağımsız değildir. Bu vicdânın tesis edilmesi sorunudur. Dışsal hiçbir çabayla gerçekleşmez. Gündelik bilinçten, bilimsel akla yükselen bir kibir yumağına dönüşüyor. Oysa, bu akıl yalnızca bir ara basmak. İzin verildiğinde akıl devinmeye devam ediyor. Bunun, neden böyle olduğunu panzehrin ne olduğunu yazılarımda sıkça dile getiriyorum. Öylesine cahil bir tavır ki, bezdiriyor. Halkla ilişkisi kalmayan yan, işte bu yan. Kadim olana, öz kültürümüze, dine bakış hep tepeden. Nedeni çok basit, kendimizle hakiki bir ilişkimiz yok. Bununla yüzleşmeyecek miyiz? Pazartesi günkü yazım için “Nasıl olur da sol, Filebus, Daimon gibi saçmalıklarla ilgili olabilir?” diye soran okurlar, kendinden ispatın üzücü birer örneği oldular.
Karl Marks’ı anlamak için Hegel’i anlamak gerek. Başkalarının okumalarıyla değil, kendimizin okumalarıyla gerçekleşmeli bu çaba. Bu tamamlandıktan sonra, her iki düşünür için özgün eleştiri getirebilmek şarttır. “Edim” sözcüğü, sözlük karşılığı okunarak anlaşılacak bir sözcük değil. Uzun yıllar alıyor kavranması. Bizim sol anlamamıştır bu düşünürleri. Çabasız, emeksizdir bizim sol. Bizim “emeksiz aydın” anlamadığı ne varsa, tepeden bakar. Felsefe çalışmıyorsa, felsefe boş iştir; yok, eğer çalışıyorsa anlayamadığı filozoflar boş adamlardır. Evrensele bu denli direnen solculuk olur mu yahu! Sizler, tikel kaprislerinizin ürünü olan anlayışlarınızı, ekmeğe sürülen yetersiz tereyağı gibi yaydıkça yayıyorsunuz.
Sol neden kalmadı? Var mıydı? Büyük burunlarınızı kıvırdığınız kadim bilgelikten bir alıntıyla bitireyim: “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz” İşte bu, tam da felsefenin edim dediğidir. Ama felsefeyle bunun ne ilgisi var, öyle değil mi? İlgisi kendi üzerine dönmeyen için, öznelin dışındaki her şey pek bir ilgisiz zaar. Kendinden menkul iyi insanlar bunlar.
*Bildiğim kadarıyla, literatürde, ilk kez Metin Bobaroğlu tarafından kullanılmıştır.