“Bazen, etrafımızda o kadar esrarlı bir hadise olur ki, ince teferruatına kadar bunu sezeriz, fakat hiçbir şey idrak edemeyiz; ruhumuzun içinde ikinci bir ruh her şeyi anlar, fakat bize anlatmaz.” Peyami Safa yazmış bunu.
Sokrates’in, Diamon’u vardı: İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmasını sağlayan; onunla konuşarak, yönlendiren; baldıran zehrini içmesini isteyecek olan yargıçların korkulu rüyası Diamon. Bu kutsal ilke, bu içsel kâhin, Hristiyanlık döneminde Demon yani iblis, cin gibi bir anlama bürünmüştür. Ruhban sınıfının, kişiyi özünden uzaklaştırıcı, olumsuz etkisinin dilde somut gösterimi.
Benzer bir biçimde, Jung şunu söyler: “Ruhta, benim üretmediğim şeyler vardı. Kendilerini üretiyorlar ve yaşamlarını sürdürüyorlardı. Filemon, benim dışımda bir gücü simgeliyordu. Fantezilerimde onunla konuşurduk… Düşünceleri kendimin ürettiğini sandığımı, ama aslında düşüncelerin bir ormandaki hayvanlar, bir odadaki insanlar ya da havadaki kuşlar gibi olduklarını düşündüğünü söylerdi. Bir odada ki insanları gördüğünde, o insanları senin yarattığını ya da onlardan senin sorumlu olduğunu düşünmezsin, değil mi?’ diye de eklerdi. Ruhsal nesnelliği ve ruh gerçeğini bana öğreten o olmuştur.”
İkinci Ruh, Filemon, Diamon… İsimleri farklı olsa da her insanda potansiyel olarak bulunan bir olguya verilen addır bu: Vicdân. Tıpkı akıl gibi, vicdan da doğuştan gelen potansiyel bir yetimizdir. Akıllı ve vicdânlı doğmayız; o potansiyelin bir taşıyıcısı olarak geliriz dünyaya. Vicdân, v-c-d kökünden türer ve anlamı “bulmak, akla getirmek” demektir. Vicdânlı olan neyi bulmuştur? Aklı henüz tam değilse, bulduklarını nereye götürebilir?
İşaret ettikleri, kavramsal dorukta kullanıldıklarında, bir insana vicdânlı denilmesi, onun, aynı zamanda akıllı(Us) olduğunu da içeren bir tanım olur. Tasavvuf, Emmare düzeyi nefsin arınırken, basamakları tırmanırken, bir piramidin iki yanından yükselen basamak sisteminde olduğu gibi, kişinin bulunduğu nefs basamağına denk düşen bir akıl seviyesinin işletim sistemini kullandığından söz eder.
Beden suyla, akıl ilimle, ruh göz yaşıyla arınır diye duymuştum. Ne işle uğraştığımızdan bağımsız, çeşitli mertebelerde gezeriz gün boyunca. Örneğin, şiir, müzik hepimizi dorukta buluşturur, öfke ise en aşağılarda. Peki, bu mertebeleri gezip dururuz da makamımız neresidir? Makam, uykumuzda çekildiğimiz evdir: Rüyalarımız en dürüst yanımızdır. Sıfatı, olaylara aniden verdiğimiz tepkidedir. Theoria/Temaşa mertebesine çıkmanın nasip olduklarına ne mutlu! İnince, hangi makama buyur ediliyorsunuz?
İnsan, sonsuzluğunu duyumsadığı ruhuyla, sonlu bedeni arasında yarılmanın yarattığı bir gerilim varlığıdır. Bu gerilimi görmezden gelmek için çok çabalarız. Oysa, bu dönüştürücü potansiyele kulak verildiğinde, önceleri belki cılız ama derinden gelen bu ses, bir kez tıklanmış dosya misali açılır, durur. Diyalektik denildiğinde, akla ilk gelen filozofun Sokrates olması boşuna değildir. Thales’le başlayan “doğa filozofları”nın yönünü, doğadan insana çeviren bu sıçrama, bireysel tarihte farklı değildir.
Jung’a göre, bizimle konuşan bu içses, tamamlanmış benliğimizdir. Dinlerde Rab nam. Dört kitabın ilkinde, Rab emreder durur, tehdit eder. Yönelinen ilke doğrultusunda bizi, verdiğimiz söze doğru “ittiren” bir iç sestir bu, yasalı alana davet eden. Kitabın ilerleyen bölümlerinde artık “o evde” yaşanılmaya başlanılır; Rab’le ilişkinin doğası değişir. Burada bilimsel akla bir soru bırakmak istiyorum: Araştırmalarda yönteminizi belirleyen temel ilke nedir? Aklın arınması için küçük bir adım. Aklın aydınlanmasından söz etmek için, bolca arınma biriktirmiş olmalıyız. Bu sorunun, önceki, bazı yazılarımda yanıtladığım bir soru olduğunu hatırlatmak isterim.
İbn-i Arabi’nin şu cümlesini de, ruhumuzun aydınlanması için bırakayım: “Sen, aradığın şeyin gayesisin.” Jung, çağrı bize, bizim tamamlanmış Ben’imizden gelir diyordu Psikoloji ve Din adlı çalışmasında.
Kimi düşünür insanı hayvandan ayıran şeyi, insanın kendini “tarihsel bir varlık” olarak kavrayabilen tek canlı olmasında arar. Jung da, aklın gerçek tarihini arayanın, kendi canlı organizmasında saklı olanı bulması gerektiğine işaret eder ve ekler: “Alt katlar olmadan akıl boşlukta kalır, böyle bir durumda sinirlilik göstermemize şaşırmamak gerekir.” Hatta, toplumda olup bitenin, o toplumu oluşturan bireylerin bilinçaltlarının bir dışa vurumu olduğuna değinir. İçinde yaşadığımız öfke ve şiddet girdabının hesabını nasıl verelim? Neden bu halde olduğumuzu, kadim köklere gitmeden nasıl anlamlandıralım?
Bence, Türk Solu’nun bir türlü açamadığı kilit de budur. Halktan bu denli kopuk olması, “solcu” öznenin, kendiyle özgün bir iletişim kuramamış olmasında gizlidir. Ekseri Türk solcusu, birer zihin varlığıdır. Güçlü zihnin en belirgin sıfatı ise, kibirdir. Antik Yunan’da Hubris denilirdi kibre. Diamon’un aşkla ilişkisi uzun ve ayrı bir konu; ancak, Aşk, hubrisin, kibrin tek panzehridir. Aşk sözcüğü, size hâlâ bir başka bedeni hatırlatıyorsa eğer, işittiğimde, özümü titreten bir cümleye aracılık edeyim: “Aşk, insanın kendi özüne duyduğu iştiyaktır.” Yönteminizi, bu çağrı belirleyecek ama siz bu arada, aracınızı, eş deyişle sonlu bedenin sonsuz ilgilerini amaç haline getiriyor musunuz? Sayıca az olsalar da, bağrında yetiştiği topraklara aşık, halkına aşık her devrimcinin, her altın madalya sahibinin, kâşifin, mûcidin, adanmış bir annenin ve nice fedâkârlığın, feragâtın ardında olan, işte bu Aşk’tır.
Şeytan’ın da Tanrı’ya aşık olduğunu işitmiştim. Başarısına bakılırsa, “hakiki olan o olmalı” diye düşünmeden edemiyor insan. Filemonunuza, Diamonunuza, bunu bir sorun derim; tabii örtülü değilse; henüz elbise giymediyse; libası kat kat olmadıysa, ortalığı birbirine katamıyorsa, İblis denilemeyecek denli yüzeydeyse diyorum.