Uygarlığın, teknolojinin, insan aklının geldiği doruk noktayı işaret eden İnternet ortamında, medeniyetsizliğe doğru hızlı bir çözülme demek olan linçlere tesadüf etmek, bir bakıma şaşırtıcı. Yapay zekâyı anlamaya çalışırken, kendimizin yapay zekâ ile benzerliğini keşfetmeye başlamamız gibi, sosyal medyada içerik üretirken bir kimlik de inşâ ediyoruz. Yüksek sayıda takipçi hedefi, sıklıkla, niceliğin, niteliğe; kolayın, zora yeğlenilmesine neden oluyor. Paylaştıklarımız, paylaşmaya korktuklarımız, alınan etkileşimlere verdiğimiz tepkiler, bilinç seviyemize bakmak için sağlam bir fırsat aynı zamanda.

Sosyal medyada “linç yemek” tanımı yerli yersiz kullanılıyor. Ortaklaşa verilen her tepki, linç değil kuşkusuz. Uzmanlar, bu tanımın aşırı kullanımın fiziksel linç olaylarının etkisini azalttığı konusunda uyarıyor. Bir linç girişiminden pek de uzak olmayan, hızlı EMob (Elektronik gürûh) oluşumları, fiziksel linçlerin düşünce aşamalarına tanıklık etmek açısından önemli bir olanak sunuyor.

Farklılıkta, kökensel birliğin/özün idrak edilmesi, yükselen düşüncenin ana karakteristiği olduğu halde; linç girişimi, nefrette birlik arar. Linç için gürûh gerekir; gürûh oluşumu içinse duygudaşlık. Tanıl Bora, “Türkiye’nin Linç Rejimi” adlı kitabında, gürûh sözcüğünün, insanla ilişkilendirilebilecek en yetkin anlamının, linçte ortaya çıktığına değinir. Gürûhun meyli, linçe doğrudur; değersizlik duygusunun bir vücuda kavuşmasıdır. Tanıl Bora, linçin, en âşikâr medeniyet kaybı olduğunu söylüyor.

Kişilerin, ait hissettikleri taraf adına giderek fanatikleşen tutumlarının, linççi bir gürûh ortaklığı oluşturmasına neden olan anlayışlarından belki de en tehlikelisi, “düşmanımın düşmanı, dostumdur” düşüncesi. İnsanlığın eridiği bir tutum. “Palalı saldırgan” vardı anımsar mısınız? Polisten kaçanlara palayla saldırmıştı. AKP Milletvekili İdris Şahin, bunu, hukuk çerçevesinde bir eylem olarak değerlendirmiş; Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ ise artık bıkmış esnafın haklı tepkisi olarak yorumlamıştı. ”Gezici” protestoculara düşman iki tarafın, hukuksuzluğun doruğu olmaya emsal dostluklarını onayladıkları bir çukur. Vigilantizm tehlikesinin kaygı yarattığı bu günlerde, Aleviler, Kürtler, LGBT bireyler, kısacası ötekileştirilmiş toplulukların sosyal medyada nasıl saldırıya uğradıklarına bir bakın lütfen.

Linççi gürûh, kimlikleri örten bir kalabalıktır. Sosyal medyada, özellikle Twitter’da, bir “mob” haline geliverenlerin de ortak özellikleri, kimlikleri saklı hesaplar olmaları. Düşünce, özne ve yüklem ilişkisi olduğu sürece devinir. Gerçek kimliğimiz ile yazmak, beraberinde bir sorumluluk getiriyor.

Temel sorunumuz, ‘farklı’ olanı ve en temelde, ‘farklı düşünceleri’ kabul edemiyor olmamız. Bizden farklı düşünenlere karşı yandaş toplama çabasına giriyoruz. Ahlâklı bir toplum sayılmayız. Dürüst değiliz. Çocukluk dönemlerimiz, travmalı. Eleştirilmeyi hazmedemiyoruz. Eleştiri, seviyeli bir konuşma olarak sürdüremiyor; alınma ve küslük ile sonuçlanıyor. Bu nedenle, bu kadar çok “engel”leyenle dolu sosyal medya. Oysa, Trump’ın Twitter’da engelleme hakkının olmadığına, mahkeme kararıyla hükmedilmesi ibretlik bir karar. Bir yandan, Dan Ozzi gibi, Trump’a, “Yüzünü tuvalet olarak kullanmak ne kadar eğlenceli olurdu” diyebileceği için sevinen bir seviye olduğu da unutmamalı. Trollük de tahammülsüzlükten dolayı engellemek kadar sorunlu bir tutum. Mitsel varlıklar olan troller, mitlerde yolcunun önüne çıkıp onu oyalayan, yolundan alıkoyan mahlûklardır. Sosyal medyada ise huzur bozan, sağa sola sataşan, takipçilerinizin paylaşımlarınıza yaptığı yorumlarla alay eden, seviyesiz bir tavırla “buradayım” demeye çalışan ilgi arsızlarıdır. Unvanlarından bağımsız olarak, Dan Ozzi’nin söylemi de trollüktür.

Sosyal medya, çoğu şeyi değiştirebilecek güçte bir platform. Kullanıcıların, içerik üretenler ve tüketenler olmak üzere, kabaca ikiye ayrıldığı bu ortak bölgede, toplumsal değerler, etik anlayış, görgü kuralları gibi çoğu alanda yeni tanımlara gereksinim duyuluyor. Kes-yapıştır paylaşımlar, içerik üretimi anlamına gelir mi? Bu tür kullanıcılar, bilgi kirliliğinin artmasına ne ölçüde neden olurlar? Yalnızca içerik tüketen kullanıcı olarak konumlanmak, tepkisizliğimizi meşrû kılar mı, sorumluluklarımızı azaltır mı?  Tanıdığımız, tanımadığımız yüzlerce, belki binlerce kişinin düşündüklerini, söylediklerini, yedikleri-içtiklerini, gezdikleri yerleri bilmeye bu kadar meraklı olduğumuz halde, kendi ayak izimizi bırakmamaya özen göstererek başkalarının sayfalarında saatler harcamamız normal midir? “Layk” yoksulluğuna en büyük katkıyı veren “layk” cimrisi olmak, ruhen sağlıklı mıdır? İngiltere’de, bu günlerde, sosyal medya platformlarına yaptırımlar uygulama konusunda ciddi tartışmalar yaşanıyor. Instagram içeriklerinin, özellikle ergenlerin intihar eğilimini artırdığına dair ciddi kuşkular var.

Yazının başında sosyal medyayı, bilincimizi, bilincimize konu etmek için iyi bir fırsat olarak değerlendirmiştim. Üzerinde durulması gereken temel sorun, sosyal medyada verilen tepkilerden çok, verilmeyenler olsa gerek. Her gün sağlıksız bir süreyi, televizyon, tablet, bilgisayar, telefon ekranlarımızı izleyerek geçiriyoruz. İzlemek, doğası gereği pasif bir tutum, insanların bomba atılarak yok edilmesini izlemeyi kanıksayıp yaşamımıza devam edebildiğimizden mi, sosyal medyada, haksızlığa uğrayanlara sesimizi çıkaracak gücü bulamamamız? Yoksa, düşüncelerimizi ifade edecek cesaretimiz mi yok?

Uygarlık kaybı, uygarlık kazanımında olduğu gibi, sanırım soyuttan somuta bir eğilimle, ama illâ ki, hakkın korunamamasıyla ivmeleniyor. Hak, hukuk kayıpları, önlem alınmadığında, “anti-hukuk”a kadar varıyor ve vardı da ne yazık ki.