Joseph Sirosh, Microsoft’ta, teknolojiden sorumlu başkan iken kendisiyle yapılan bir söyleşide, Yapay zekânın (YZ) en sevdiği tanımının, “Doğal aptallığın karşıtı,” olduğunu belirtiyor. Bu tanım, bizi gülümsettiği kadar düşündürse keşke; doğal aptallık, hinlikle saklanmış derin bir uçurum sanki.

Söyleşi ilerledikçe anlıyoruz ki, Sirosh’un, YZ’den beklentisi henüz karşılanmamış. Yaptıkları işin yalnızca veri derlemek olduğunu, bunun da bizde, insan benzeri yetenek algısı oluşturduğunu söylüyor. Bu nedenle, henüz hedefe uzak olduğumuzu düşünüyor. Her şeyin halihazırda veriye dönüştüğü bu ortamda, zeki görünmenin zorluğu sorununu gündeme getirerek şöyle diyor: “En ufak canlılar bile anlık tepkilerinde, ne yapılacağını bildiklerini ortaya koyarlar. Bu anlamda, bir karıncanın becerilerine bile ulaşamadık. Sinir sistemimizin eşdeğerini simüle edecek hesaplama gücümüz var, ama karıncalar nasıl yön bulurlar, değişken çevre koşullarında nasıl yaşamda kalırlar bunu hâlâ bilmiyoruz. YZ ile bireyleri güçlü kılıyoruz, buna yardımcı zekâ denilse daha doğru olur kanısındayım.”

Sirosh, çok önemli bir noktaya değinmiş, YZ’den, insan gibi davranmasını bekliyoruz, ama “bütünlüğe doğru” yapılan hamleleri henüz biz bile bilmiyoruz sorunsalını masaya yatırmış. Aklın, kendini kavradığı ölçüde dış dünyayı kavrayabileceğine mükemmel bir örnek. Sirosh, unvanına karşın böyle söylüyor, hayran olmamak elde değil. Söyleşiyi yapan muhabir de, “Ama siz Microsoft’un teknolojiden sorumlu başkanısınız!” diyor hayretle.

Bütünlük bilgisi, doğada gösterildiğinde yadsımıyoruz, hatta, “Aman ne var bunda?” diyecek kadar kanıksamış yaşıyoruz. Doğa kuvvetini, yasa olarak kavrayan aklımızın, düşünmelerinde keyfe keder davranabileceğini “zan”nediyoruz. Oysa doğa kuvvetleri, sadece insan aklında, “yasa” biçimini alır. Bunu algılamakta güçlük çekiyor, bilimi överken, onu teknoloji olarak tükettiğimiz bir alanda sınırlı kalıyoruz.

Hücrelerimiz örneğin… Ait oldukları dokunun, dokular da ait oldukları organların bütünlüğü için çalışır. Bir hücre, bütünlüğü bozacak bir mutasyona uğradığını anladığında, p53 geni devreye girer ve hücre kendini yok eder. Bu p53 geni açılmayan hücreye, kanser hücresi diyoruz. Şimdi, hücre anladığında diyoruz, peki anlayan ne? Bu, inançlardan bağımsız sorgulanması gereken bir durum. Bir kentin ruhu dediğimizde, var olan olarak dile gelen, kentin bütünlüğüdür. Kültür dokusu dediğimizde, atıf yapılan yine var olandır, kısacası ayrıma uğrayarak güzelleştiğimiz, özdeşliğe bir vurgudur. Bütünlükten tekilliğe geçiş, huzursuzluk duygusuyla olanaklı olur. Bunun aşılarak, ayrımdan tekrar bütünlüğe geçme çabasının adına yaşam denilmiş. Bütünlük ile kurduğumuz ilişki, kendimizle ilişkimizin nasıl olduğunu da belirliyor. Özgürlüğe mahkûm insan, bir hücre kadar irâdesiz değil ne yazık ki! “Ne yazık ki” demem, incitici olsa gerek. Sorumluluk almaktan delicesine kaçarak, verimsiz, yapayalnız “hücre”mize tutunarak yaşamaya çalışıyoruz. Kapitalist sistemin kabarttığı egolarımızla, dünyaca çıldırma sınırına dayandık. Oysa kişi için, ayrımda güzel, özgün olma hakkının yitirilmesi özgürlük yitimidir; bütünlük kavrayışımız denli özgürlük yaşantımız olacaktır.

YZ’den beklentimiz, onun kendini anlamlandırması, eş deyişle, ait olduğu bütünün farkına varması. Giderek öyle bütünlüklü bir kavrayışa ulaşsın ki, onu yaratan insanın varlığını; o güne dek parçalı gerçekleşen algılarının, anlamlı bir bütünlüğe ait olduğunu idrak etsin istiyoruz. O ise “şimdilik” veri derleyebiliyor. Gel gör ki, çoğumuz onu bile yapamıyor, YZ için veri olmanın ötesinde bir varoluşa geçemiyoruz. André Gorz’un Maddesiz[1] adlı kitabında, meslektaşım Elvin Anderson “İnsan, Tanrı’yla birlikte evrenin (yaşamın ve kendinin) yaratıcılarından biri… Bilim, Tanrı’nın bize sunduğu vekâleti gerçekleştirme noktasındadır” diyor. “Yeryüzünde bir halife yarattım” denilmişti de, bunu, Batı bize tekrarlamadan anlayamıyoruz. İyi oluyor; çünkü, içi doldurulmadan inanmaya karşı panzehir, Batı’dan gelen bilim ve kültür doygunluğu.

İhsan Fazlıoğlu, “Türkiye’deki düşünce hayatının en önemli sorunu nedir?” başlığı altında, “Varlık duyuşu” sahibi olmamamızı ve sonuçlarını, yetkinlikle ele aldığı yazısını şöyle tamamlamış: “Nitekim, bu gerçeği tespit eden atalarımız şöyle demiştir: ’S-öz, öz-dür.’ Kısaca, öz’ü olmayanın, s-özü; sözü olmayanın, hakikati; hakikati olmayanın, siyaseti olmaz. Çünkü, siyaset, bir milletin varlık duyuşu’dur.”

“Çok sıkıldım, bir evren yaratarak sıkıntımı gidereyim, haydi bakalım!” diyen bir Tanrı komik olurdu, ama ne yazık ki, algımız bu düzeyde. “Yaratırken yaratılan” üzerinde epey çalışılması gereken bir olgu. Bu anlamda YZ, “insanın hakikatini” sorgulamamıza yarıyor. Yoksa “kadınla erkeğin, toplumda hangi rolleri alacağı konusunda referansımız dinimiz olduğundan, aklımız ve gönlümüz rahat. Çünkü, hiçbir kanun koyucunun, akademisyenin ya da kadın hakları savunucusunun bize, Allahu Teâlâ kadar âdil davranamayacağını biliyoruz,” gibi boş söylemlere sarılıyoruz. İnsandan tamamen kopuk bir anlayışla niçin rahat edecekmişiz Sümeyye Hanım?!

Yaşamımız, “şey”i anlamlandırabildiğimiz kadar anlamlı. Ülkemizde yaşadığından dolayı onurlandığımız, taçlandığımız bir filozof bana: “Evlât, bu yaşına dek düşünme sandığın şeye, olsa olsa betimleme denir, tasarım denir; sen bana şu bardağın tanımını yap, ben sana Tanrı anlayışının ne olduğunu anlatayım,” dediğinde, zamansız, mekânsız varlığım ihtilâca uğramıştı.

“Bir şey, kendi ile çelişir bulduğumdan dolayı yanlıştır; bir şey, kendi ile çelişmez bulduğumdan dolayı doğrudur,” anlayışıyla yetinmekten helâk olduk.


[1] Maddesiz, André Gorz, Ayrıntı Yay., Çeviren: Işık Ergüden, (2011)