Dilin, insanla ilişkisi organik bir ilişkidir; insanla yaşar ve gelişir. Dil birliği, ulusal duyguların oluşmasında önemli bir rol oynar ve nihayetinde tarih bilincinin oluşumu için özsel bir öğedir.

Dil, aynı zamanda bir toplumun onurudur. Bilinç düzeyinin bir göstergesi olduğundan, kavram içeriklerinin zenginleştirilmesi, yabancı sözcüklerin ayıklanması önemli bir çabadır. Dilin, kültür üzerindeki etkisi, bir dilin içeriğinin zayıflatılması, dolayısı ile ulusal hislerin, ortak tarih bilincinin de zayıflatılmasına yönelik bir çaba biçiminde olabilir. Emperyalist güçler, bunu sistematik olarak uygulamışlardır, hâlen uygulamaktalardır.

Dil devrimi ile eski harflerin ve Osmanlı Türkçesi’nin terk edilmesiyle oluşan sonuçlar tartışma konusu olmuştur. Kolaylıkla kutuplaşılabilen ülkemizde, bu tartışmalardan, Osmanlı Türkçesi ve Türkçe savunucuları olmak üzere iki grup meydana gelmiştir.

Osmanlı Türkçesi, Arapça ve Farsça’dan uyarlanmış bir dildir. Agâh Sırrı Levend’in, “Dil Üstüne” adlı kitabında açıkladığı gibi, örneğin “nezaket” sözcüğü, Farsça nazük sözcüğünün bozulup Arapça mastar eki olan “t”nin eklenmesiyle yapılandırılmıştır. Benzer biçimde, “mefkûre, felâket” gibi sözcükler de Arapça değildir.

Bazı Farsça ve Arapça sözcüklerin, asıl anlamları ile ilgisiz bir bağlamda kullanıldığı da bilinmektedir. Örneğin, “serbest”, “başı bağlı” anlamında, Farsça bir sözcüktür. Bizde zıt anlamda kullanılır. “Nüans farkı”, “örneğin mesela” gibi yanlış kullanımlar da başka bir boyuttur.

Türkçe, hece temelli sözcük türetmeye uygun bir dildir. Bağ, öz vb. sözcükler, onlarca yeni sözcüğün türetilebilmesine olanak tanır: özgür, özgürlük, özünlü; bağımsız, bağlılaşık, bağlam gibi. Arapça “istiklal” ve “hürriyet” sözcüklerinin karşılığı olan “bağımsızlık” ve “özgürlük” sözcüklerinin Türkçe anlam içeriği, Arapça’ya oranla daha açık ve seçiktir.

Bir dilin anlam kaybı olmadan, kavram ağaçlarının inşâsına elverişli olması giderek derinleşebileceğini de gösterir. Düşünce, tırmandığı yüksekliklerde uygun sözcüklerle karşılanamıyorsa yeni sözcüklerin uydurulması yerindedir, başarılı uygulamaları vardır.

Toplumda karşılığını bulmuş bir devrimi takiben, dilimize bulaşmış yabancı sözcüklerin yerine önerilen bazı Türkçe karşılıklar ise başarısız olmuştur.  Yanlış sözcük seçimine bir örnek olarak “duyunç” sözcüğü verilebilir. Sözcüğün Arapça karşılığı daha fazla yeğlenen “vicdan”dır. Lütfi Filiz “Noktanın Sonsuzluğu” adlı kitabında vicdan sözcüğünün soy ağacını ayrıntılı olarak açıklar. “Esrime ve bulma” anlamlarına gelen Vecd, vicdana bağlıdır, vicdanın merkezi ise kalptir. Cûd varlık, vucud o varolanın bilinmesi, mevcud ise varoluşunun bu âlemde görülmesidir. Mevcudu bilmek için vecd geçirilmelidir. Cûd denilen varlık, vucuda sücud eder; vucudun insanda belirişi, vecd’dir. Arapça, cim vav dal harfleri ile yazılır. Sözcüğün başındaki cim harfi, beşeriyetin devamlılığına, vav harfi bağlayıcıya, dal harfi ise dört unsura (hava, toprak, su, ateş) işaret eder. Vicdan, bulmaktır; bulan arayandır. Vicdan, akıl-ruh-beden buluşmalarını kucaklayan saraydır.

Bunun felsefî olarak anlamı, tikel eylem ve düşünmelerin Tümel altında belirlenimidir. Vicdan gelişir, mertebelidir, son aşamada adı vicdandır. Vicdanın tümüyle etkin olabilmesi için kişinin, her koşulda Küllî olana boyun eğmiş olması (sücud, secde) özseldir.

Yapılandırılması neredeyse bir yaşam boyunca sürecek farkındalık gerektiren; bireyin yapıp-etmelerinin İlke kaynaklı olmasını gerektiren bir sürecin sonucu olarak bulunacak Vicdan’a nasıl Duyunç diyelim! Üstelik “duyusal algı” bağlantısı, sözcüğün asıl anlamının neredeyse zıddı bir doğadayken.

Dil, bir dayatma değil uzlaşma alanı olabilmelidir.