Bu yazıda Marks’ın, yalnızca felsefi tutumuna değineceğim. Yazıyı yazmaktaki ikincil amacım; felsefi ayrıntılara ancak gerektiği kadar yer vererek, eleştirimin temel nedeninin anlaşılmasını sağlamak ve daha derin okuma yapmak isteyen okurla, konu hakkında nitelikli yazılardan oluşan kısa bir literatür paylaşmak.
Birincil amacım ise, eleştiri kültürünün pek cılız olduğu ülkemizde, eleştirildiklerinde fazlasıyla duygusal tepkiler veren bir grubu, seviyeli bir tartışmaya davet etmek.
Ülkemizde, eleştirinin ve övgünün en önemsenen yanı, “mutlak” payesinden ödün vermemesidir. Öyle ki düşünceleri eleştirilen kişi, tuttuğu tarafın âdeta lekelendiğini hisseder; devrik olarak, övgü de “su sızdırmaz” bir doku olarak sunulur. Lekesiz, günahsız, kusursuz…
Marks bir dehâdır; cesareti, düşünceleri, sunduğu çözümlerin değeri, devrimciliği, onun eleştirilmesi ile azalmaz.
Marks’ın bir filozof olmadığını düşünenlerdenim; filozof sözcüğünü Philo-sophia bağlamında kullanıyorum. Bu bağlamda bütünlüklü bir kavrayış, Marks’ın felsefi anlatımlarında bulunmamaktadır. Hegel’in, Mantık ve Tinin Görüngübilimi adlı çalışmalarının edimsel kavranışını takiben, Mark’ın El Yazmaları’nı okuyan kimi okur gibi, ben de Marks’ın Hegel’i kavrayışının sorunlu olduğu sonucuna vardım.
1980 darbesinin ardından on bir yıl hapse mahkum olmuş, eski Marksist bir dostumun dediği gibi; Marks, filozof olarak anılmayı istemezdi. Zira ona göre filozoflar dünyayı yorumlamışlardı, şimdi artık dünyayı değiştirecek devrim zamanıydı.
Muhatapların, eleştirinin gücünü mantıktan almaktansa, zamansal ve mekânsal bağımlılıklardan devşirmeleri sorunludur. Tartışma ve eleştiri söz konusu olduğunda, ideolojik tutum, bununla prangalı bir tutumdur.
Bu bağlamda, SSCB’nin tarih sayfalarında yerini almasıyla; eş deyişle, zaman ve mekân bağımlılığından kurtulmasıyla elde edilen fırsatta, bağımsız ve yansız eleştiri yapılabilmelidir. Çağımızın Tini, bilhassa içinde bulunduğumuz son iki yılda etkisini ağır bedeller ödeyerek hissettiren süreç, Marksizm eleştirisinin, bilhassa Marksistler tarafından yapılması sayesinde daha hakiki bir anlam kazanabilecektir.
Lenin’in ünlü çıkarımı, Hegel’in “Mantık” adlı çalışmasının anlaşılmadığı takdirde, Marksizmin anlaşılamayacağı yönündedir. Hegel’in sağlam kavranılışı da onun Tinin Görüngübilimi adlı çalışmasının edimsel olarak kavranılmasını ön gerektirir. Marks, Tinin Görüngübilimi’ni anlamak için ciddi bir emek sarf etmişti.
İyimser olmakta diretirsek, felsefe okurunun anadilinde bile anlamakta zorlandığı bu iki kitabın, Türkçeye çevrildiği tarihler bize şunu düşündürüyor: “Marksizm’i, Hegel’in bu iki kült eseri olmaksızın bütünsel kavramak olanaklı olmadığına göre, Türk Marksistler’in çoğu Almanca, İngilizce ya da Fransızca dillerinde derin bir kavrayış yetkinliğinde olmalıydılar.
Deneyim ve aktarılan anılar bize, çoğunluğun bu eseri okumadan, kendine anlatılanlarla yetindiği yönündedir; eş deyişle, bir başkasının Hegel anlayışından hareketle, Marksist ideoloji en baştan sallantılı bir temele oturtulmuştur. Ayrıca, Marks’ın eserlerini yoğun bir emek vererek okuyanların sayıca azlığını da göz önünde bulundurmak, bir ideolojinin neden sanki bir dinmişçesine “inananları” etrafına topladığının anlaşılması bakımından, yapılacak öz eleştiriye bir giriş olabilir.
Tinin Görüngübilimi’nin salt anlaksal kavranışı, yanında tehlikeli bir önyargı ile birlikte gelir: Eksik kavramışlığın varolmayan bilinci ya da “bilincin bilinçsiz idealizmi.”
Hegel felsefesinin eksik kavranılışı, Marks’ın Hegel eleştirisinde olduğu gibi yalnızca bir anlak ürünü sunar; parçalanmış bir Hegel. Edimsel okuma ise, okurun düşünce sistematiğinde bir dönüşüm yaratır; hesabını, “kendine dönen” düşünme, gözlem ve fiillerinden edinen bir Hegel okurunun, asla Hegelci olamayacağına dair önermenin sırrı da burada yatar; apaçık bir sır.
“Belirli Varlık”, yalnızca olumluluk yanına göre anlaşıldığında, taşıdığı Olgusallık (realite), sonluluğun bile olgusallık olarak belirlenmesini sağlar; oysa, sonlunun gerçekliği idealliğidir. İdeallik, olgusallığın dışında, onun hemen yanında ulaşılabilen bir şey değildir. Realite ve İdealite, bağımsız bir biçimde birbirine karşı duran şeyler değildir. Hegel, bu ayrımın ayırdında olmamanın tehlikesine karşı, okuru sıkça uyarır.
Hegel’in bu uyarısı, diyalektikte kalma riskine karşı yapılmış bir uyarıdır. Bu çaba yine de felsefesinin, diyalektik felsefe olarak adlandırılması gibi bir utancının önüne geçememiştir. Sonlunun, sonlu-sonsuz karşıtlığının aşılarak kavranılması Hegel’in doğru anlaşılmasına; bu karşıtlığın aşılamadığı durumda ise Marksizm gibi bir
ideolojide “inanılan” bir “baş-aşağı” formu almasına neden olacaktır. Bu eksik anlayıştır ki, Hegel’deki bir kıpıyı, kendine çatı başlık olarak benimseyecektir: Diyalektik Materyalizm.
Oysa, Mantık adlı çalışma kurgul düşünmenin, bir edim olarak, “Olumsuzlama” sonucunda ulaştığı bir sonuçtur. “Marks’ın, Hegel anlatımlarındaki eksikliğin tamamı, kusurlu inşa edilmiş bu iskelet nedeniyledir,” denilebilir.
Madde ile Varlığı bir ve aynı şey olarak kavrayan bilinç, anlak düzeyinde bir bilinçtir; Tinin Görüngübilimi’nin edimsel olarak kavranılamamasının bir sonucudur. Materyalist bilincin, Hegel eleştirileri, kurgul düşüncesiz eleştirilerdir; insanı “önüne küspe atılma” aşamasına geriletecek önermelerdir. Tez-antitez-sentez yavanlığı içine hapsolmuş, indirgenmiş bir anlayıştır ve kavram olarak yabancılaşmanın hakkını verememiştir.
Diyalektik Materyalizm, tinin bunu, kendi gerçekliği olarak kavramamış olmasındaki eksik bir anlatım; tinsel olana özgürlüğünü bağışlamamış, onu maddenin kölesi seviyesinde tutmuştur. Bu nedenledir ki, Marks öznel bilincin yabancılaşmasını, bütünüyle “yabancılaşma” olarak ele almıştır. Oysa Hegel felsefesinde yalnızca bir uğraktır bu aşama.
Beslenme, barınma, üreme gereksinimleri karşılanmış; gerek entelektüel gerekse geleceğe yönelik kaygıları giderilmiş insanın “yabancılaşma”dan kurtulacağını beklemek, insanı tanımamanın ötesinde, onun sonsuz olanla bağlantısının yadsındığı indirgemeci bir tutumdur.
Sanat, Din ve Felsefe birbirinden ayrı olarak ele alındığında; olgusal olan, bir köşeye konulup, üstü örtülerek, yok sayılarak gerçekliğini yitirir değildir. “Olgusal olan edimseldir” ve bu, din olgusunun, bireyin sonlu bedeninde, sonsuz olanı kavramasının önüne engel olarak çıkarılmasını kabullenmez.
Tarihsel deneyim sonucunda günümüzde, düşünme faaliyetiyle ilişkili her entelektüel, bu yadsıma denli, duyusal bilince ve onun köpürmelerinden mürekkep bir din anlayışını da reddetmelidir kuşkusuz. Tarafsız okur, bunun Hegel felsefesinde hangi bağlamda ele alınarak hesabının ve hakkının verildiğini kavramıştır.
Devam edecek…
———————————————————————————————————————————
Hyppolite, J., “Marks ve Hegel Üzerine Çalışmalar”, Doğu Batı Yayınları (2016)
Kip, A., “Felsefi Tinin Yabancılaşması Üzerine Bir Deneme”
Özdemir, C., “Hegel’in Marks Eleştirisi”
Yardımlı, A., “Diyalektik Yöntem?”