Adâlet ve Kalkınma Partisi’nin kurucularının, partinin ismiyle müsemmâ, tutarlı bir yolda ilerlenilmesini, samimi bir hedef olarak belirlediklerinden kuşku duymak gereksizdir. Bazılarımız -niyet okumadan- bu adı duyar duymaz, hedefe kısa vadede ulaşmanın olanaksızlığını hemen anlamıştı. Bu hızlı okumayı olanaklı kılan, partinin adı için seçilen heybetli Adâlet kavramıydı. Toplumsal karşılığı oldukça cılız olan, bir heybetli kavram.

O zamanlar, bu kavramının tabanda yaygın bir karşılığı henüz yoktu; eksikti. Adâlete muhtaç bırakılan gruplar, sınıflar, kısacası mazlumlar değişse de; sabit bir azınlık tarafından, sanki hep başarıyla tesis edilebilmişçesine dile getirilen ama boş bir lâftı. Varoluş aşamasına geçişini, öncelikle eksikliği ile hissettirmesi zorunlu olan bu soyut kavram, yalnızca mahkemelerde duvarlara yazıldı diye aramıza bilfiil katılmayı reddediyordu.

Oysa şimdi, artık adâletten söz edebilir, eksikliğini haykırabilir, adâlet temalı yürüyüşler yapabiliriz. Değişen nedir? Örneğin, 1980 darbesini izleyen kıyım yaşandığında, adâletin eksikliği hissedilmemiş miydi? Kuşkusuz ki, evet, hissedilmişti. Ancak, artık Cumhuriyet kurulduğundan beri, muktedir olan taraf da mazlum oldu. Böylece, onlarca yıldır süregelen kutuplaşma, meyvesini verdi, eteklerde biriken taşlar hem döküldü, hem de saçıldı. Artık, adâletin eksikliğini, toplumun hemen her kesiminde hissediyoruz; yakarışlarımız, yalvarışlarımız güçlendi. Hakikaten acı çekiyoruz; hiç olmadığı kadar adâleti düşünüyor, somutlaşmasını istiyoruz.

Adâlet, yaşama geçirilebilirlik bakımından, en zor kavramlardan biridir; çünkü bir çatı kavramdır ve ancak öteki bazı önemli kavramların dengede olması durumunda kurulabilir. Mülkün temelinin adâlet olduğu söylemi ise, eğer doğru anlaşılabilseydi, topraklarımızda, tüm dünyanın gıpta edeceği denli âdil bir sistemin yaşama geçirilmesini olanaklı kılabilirdi. Batı Uygarlıkları için adâlet, yalnızca hak ve hukuk alanı ile ilintili iken; bulunduğumuz coğrafyada mülkün/tüm varoluşun âdil yaratılmış olması ile ilişkilidir. Mülk, burada, ev, arsa, araba anlamında değildir. Adâlet gözetilerek, bir denge, bir ölçü üzere yaratılmış olmak anlamındadır. Yaşamın kendi, doğa, sürekli bir denge durumu içinde olmayı, bir ölçü üzere olmayı gerektirir.

Türkiye’de, olaylara bütünsel/kavramsal bir açıdan bakabilmeyi kolaylaştıracak sorgulayıcı bir eğitim verilmiyor; verilmesi yeğlenilmiyor; soyut düşünebilmek, toplumun geneli için henüz bir lüks. Her ne kadar, bilinç düzeyimiz, projektif aşamadan tamamen kurtulabilmişliği, süje ve obje ayrımının yetkinlikle yapılabildiği objektif bilinç düzeyine gelindiğini göstermiyor olsa da; düşünme edimi, çocukluktan kurtulup ergenlik aşamasına geçmeye başladı. Şimdilerde, hemen herkes, özdeş olduğu, ait olduğu grupla yaşadığı çocukluk aşamasını terk etmek zorunda olduğunu hissediyor. Kapana kısıldık zira; soluk alamıyoruz. (Projektif bilincin ikinci aşamasına, sanat için geri dönmeliyiz elbette.)

İlk kez, toplu psikolojik bir kırılma yaşıyoruz; ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz. Üzerinde durduğumuz temelin sarsıldığını hissediyoruz. Bugüne değin, üzerinden aidiyetimizi belirlediğimiz “izm, ist, ci, cı” ekleri ile savunduğumuz görüşleri, gerçekte ne denli anladığımızı sorguluyoruz. Belki de ilk kez, kendi görüşümüzün geçerli olan tek görüş olmadığını, karşı tarafın da saygı gösterilecek bazı özelliklerinin, düşüncelerinin olduğunu/olabileceğini anlıyoruz.

İnsan, bir kriz varlığıdır. Çift kutuplu olmaktan kaynaklanan gerilim, toplumsal yapılanmaya da yansır. Her şeyin kökeninin diadlar olması ve onların karşıtlar biçiminde ortaya çıkmalarına dikkat çeken ilk filozof, Platon’dur. O günden beri, gerek düşüncenin, gerekse de bir edim varlığı olarak insanın üstesinden gelmekte zorlandığı bir sorun olmaya devam eder.

Bilinç, süjenin, objeden ayrılmadığı durumlarda bulanıktır; başka bir deyişle, ayrım yapılmadığından, bilinç, henüz bir zaman varlığı değildir. Ayrım yapıldığında, bilinç, çift kutupludur ve kriz zorunludur. İnsan, seçme özgürlüğü ile krizi dengeye çevirir ve oluşun doğası gereği, denge yine bir krize dönüşmek zorundadır.

Bu sancılı, çatışmalı bölgeden kaçınmak için kişi, özdeşliği yeğleyebilir ki, bunun toplumsal yansıması aidiyettir. Sosyalist, devrimci, dinci, tutucu, feminist, Marksist, Hegelci, vitalist, ateist, materyalist vb.

Tutulan, ait olunulan tarafla “sorunsuz” birlikteliğin temelinde, “toptancı” bir yaklaşımın olması çok önemlidir. Herhangi bir sorgulama yapılmaz; düşüncenin polarizasyonuna, eş deyişle kutuplaşmasına neden olacağından, hiçbir eleştiri kabul edilmez. Aynı mantıkla, “karşı kamp”, haksızca, acımasızca, onursuzca, iftira ve yalanlarla da olsa eleştirilmeli, küçük düşürülmelidir. Çünkü, karşı taraf ile ilgili olumlu bir ifadenin, kişinin kendi içinde zorunlu bir kırılma başlatması riski vardır.

Örneğin, din felsefesi ile ilgileniyorsam, tasavvuf geleneğimizin engin kaynağından bir damla su içmek istemişsem, “şuursuz bir zikir budalası” “aklını kullanmaktan mahrum bir dinci” olmakla yaftalanırım. Eğer ateistsem, hiçbir ahlâk kodunun geçerli olmadığı bir nâkıs kişi olmakla.

Ya sev ya da terk et; ya bizdensin ya da onlardan; ya dindarsındır ya da ateist; ya sosyalist ya da faşist. “Ya” “ya da” “mantığı”, zayıf bir düşünce edimini imler. Soyutlama yetisinin yokluğunu, ki, o, bilimler ve sanat için biricik edimdir. Bu nedenle, bilim ve sanatta ileri ülkelerde, kaldırım, bir çizgi ile belirtilmiş olsa bile işlevseldir. Arkaplanı durmaksızın dokuyan sözsüz bir hukuk işler.

Dürüst olmak gerekirse, Türkiye’de, Kemalist, İslâmcı, Milliyetçi/Ulusalcı vb. kesimleri hızla biraraya getiren mucizevî grup, Kürtler’dir. “Kürt Sorunu” vardır ve bu, dile getirildiğinde, toplumun çoğunluğunun, faşist bir tutum içine girdiği görülür. Sanırım, bu topraklarda kazanan, hep faşizm oldu. Toprağın, köyün, kentin efendisi Beyaz Erkek Sünni Türk (We are the BEST) olmak, yetkin bir ayrıcalık olarak; toplumdaki yansıması ise otorite düşkünlüğü; baba figürüne duyulan gereksinim; ötekileştirme olarak beliriyor.

De ki: Önüne geçilemez bir darbe şakşakçısı da olsa önünde sonunda bir İnsan, ama bir insan, 1980 darbesinde, Diyarbakır Cezaevi’nde olan biteni bildiği halde darbeyi savunmaya devam ediyorsa, edebiliyorsa nasıl bir ortak paydada buluşacağız? Kürt vatandaşlarımızın ötekileştirilmediğini savunanlar cahil midir, vicdansız mı? Hem de hemen her birimiz, uzunca bir dönem ihmal edilmiş bir coğrafyada yaşamlarını sürdürebilecek minimal koşulları sağlayamamış bu yurttaşlarımızın emeği ile inşâ edilen binalarda otururken. Hiç utanmadan, sıkılmadan, hoyratça, en önemlisi düşünmeden, “kıro” sözcüğünü, hâlen bir aşağılama sözcüğü olarak kullanırken.

Bu ülkenin bir yurttaşı olarak, PKK terörüne nasıl olumlu bakılır? O, dünyadan kopuk, gerçeklik algısını yitirmiş, beceriksiz, indirgemeci, saldırgan anlayışa… Acımadan, gözünü kırpmadan sivilleri katleden bir terör örgütünü neden destekleyelim?

Dedim ya! Biz, daha çok, faşist eğilimler içinde olan bir toplumuz. Temel sorun, ikili ilişkilerimizde yaşanılan faşist eğilimler: kadın-erkek ilişkileri faşist; ebeveyn çocuk ilişkileri öyle; öğretmen- öğrenci; işçi-patron; devlet-yurttaş… Adâlet henüz çok uzak.

“Ya sen, ya ben” mantığı yerinehem sen, hem ben; ne sen, ne de ben” mantığını kullanmayı öğrenerek çıkacağız bu darboğazdan. Yaşam, “Oluş” demektir. Olmaktan korkmamalı, taraf tutmak, geçici bir tutum olmalı. Tuttuğumuz tarafı cesaretle anti-tez olarak ele alabilmeliyiz. Bu yapılmadığında, taraf tutmak, korkak bir tutumdur. Taraf tutmak, ait olmak, bir etiket ile belirlenmiş olmaktır. Oysa, insan, gerçek kimliğini, hakikatini merak edebilecek denli özgür, dirimli bir varlıktır.

İsmet İnönü, Diyap Ağa, en kritik zamanlarda, Lozan’da ve Meclis’te olmak üzere, Türk ve Kürt kardeşliğinden, amaçlarımızın, dinimizin, neslimizin, aslımızın birlikteliğinden söz ederken, lâf olsun diye konuşmuyorlardı. Gücünü, hakikat olmasından alan eminliktir Lord Curzon’a, “plebisit yapalım o zaman” diye teklif götürülebilmesine dayanak olan. İşte bu, aynı hakikattir, Lord Curzon’un yan çizmesine neden olan. Aradan neredeyse yüz yıl geçti. Şimdi aynı şey söylenilebilir mi? Hayır ise neden? Vicdan sahibi isek bu sorunun sağlıklı bir yanıtı olmalı.

Size içimi dökmem gerekirse beni, bu ifadenin bile rahatsız ettiğini söylemeliyim: Düşünmeyi seviyorum. Bu ülkenin vatandaşı olan Hristiyanlar, Museviler ile birlikteliğimiz yok mu yani! Alevîleri bile ötekileştirmedik mi? Ya da soyumuzu farklı gördüğümüz Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Süryaniler bizden ayrı mı?

Madem, asl’ında beraberliği yeğleyen bir halkız, o halde, neden tek hakikatimiz olan İnsan asl’ımız yeterli gelmiyor? İnsan olmamızın dışında ortak bir payda aramaktan, ötekileştirmekten yorulmadık mı?

Ah Antigon! Kreon’a, 2500 yıl önce, “Hadeste, ölülerin değeri birdir… Nefret etmek için değil sevmek için yaratıldım” diye seslenen seni, biz henüz işitemedik.