Bir dereceye kadar haklı olarak, duyusal algımıza çarpanlar hakkında fikir bildirmekte beis görmüyoruz. Özellikle, sanat, felsefe ve din, kavramsal düzeyde bilgimiz olmasa da kolaylıkla fikir bildirdiğimiz alanlardan. Bu alanlarda kullanılan dil, günlük dille anlaşılabileceği kanısı oluşturuyor. “İnsan anatomisi”, “cebir”, “protein sentezi” denildiğindeyse bir fikir bildiremiyoruz (şimdilik) çünkü günlük dille kavrayamıyoruz. Kavramak, bir alanın, o alana özgü tanımları olan terimlerin içinin doluluğunu gerektirir. Bunları bilirsek, o alanda konuşabiliriz. Eğer bir “alan”a ait bilgimiz, öncelikle duyu algılarımızdan besleniyorsa, konuşma ehliyetini kendimize sınavsız verdiğimiz anlamına gelir. Genetik konuşmaya çalışırken, söz gelimi “metilasyon” denilince ne olduğunu anlamıyorsak, genetik konuşma ehliyetini kendimize veremeyiz. Farkındalıklı bir duruş bunun diğer alanlarda da geçerli olduğunun en azından şüphesini gerektirir. Felsefede bu, olay ve olgu ayrımlarıyla anlatılmıştır fakat takibi zor bir alan olduğu için anlaşmazlığa gebe.

 

Din ve sanatla ilgili bilgimiz genellikle, kendimize sınavsız verdiğimiz bir ehliyet çerçevesinde neşet eder. Duyusal algımız (kulak), dinle ilgili işittiği bilgiden hareketle, bizi boyumuzdan büyük retlere ve kabullere yönlendirir. Sanat, denilen yaşam pınarı da benzer bir ucuzcu, sınavsız ehliyete kurban gider. “Sanat vardır”, “Hayır, yoktur!”… Oysa öncelikli soru şudur: Sanat nedir? Kök hücrenin “çoklu dönüşebilme” potansiyeli vardır: tümgüçlüdür (omnipotans). Yeni doğmuş bir bebek de: Doktor, öğretmen, aşçı, yol işçisi olma potansiyeli vardır; henüz ayrıma gelmemiştir. O kişi, meslek edindiğinde kesinlik kazanacaktır. Düşünce de böyledir; orijininde omnipotanttır. Bu muazzam bir potansiyeldir; akıl ya duyusal algıdan gelenle idare edecektir ya da kavrama kadar yürüyecektir. Farkında olsun ya da olmasın, düşünme işine ucundan bulaşan herkes “fikri iktidar” peşinde koşmaya başlar. Bunun nedeni, işte bu tümgüçlülükle ilintilidir. Acûl yanımız, ilkokul bire giden düşüncemize “oldun der; o da inanır. Acele işe şeytan karışmıştır. Oysa bir kez dışsal iktidara değil kendi iktidarına yönelince, iddiacı yanını kaybeder; kaynağına bu sefer ayrımlarıyla dönmüştür. Eğer düşünme potansiyeli “dışarıdan” kabullerle beslenirse; ya övgüden ya da retlerden mütevellit çürür gider.  Çünkü gelişim potansiyeli, içeriden dışarıya dönülerek kaybedilmiştir. Dışarıdan gelen, iç prosese ham madde olabilir ancak. Doyum dışarıdan sağlanmaz.

 

Düşünme pratiğinde tepe terim ‘Kavram’dır. Kavram dışarıdan belirlenemez demek, metaforik bir anlatım seviyesine indirilebilir demek değildir. Örneğin; “üçgen” duyusal algı ile değil “akıl” ile kavranılabilen bir “kavram”dır. Çizilen üçgen, duyusal algımızın kavradığı bir şekildir. Üçgen nedir? sorusunun yanıtı, okulda ezberlediğimiz bir yanıtla geçiştirilir: İç açılarının toplamı… Oysa doğada, kağıda çizdiğimiz gibi kusursuz bir üçgen yoktur; onu önce aklederiz. Geometri, aklın kendini sınadığı ve ortaya serdiği kavramsal bir alandır ve “dışarıdan” beslenemez. Burada “iç” ve “dış” geometri disiplinin sınırı tarafından belirlenir; keyfilikten değil; metaforik bir belirlenimse hiç değil. Üçgen tanımını duyusal algıdan kalkarak yapan kişi de olacaktır elbette fakat bu kişi ile felsefi bir tartışma yürütülemez. Platon’un akademisinde “Geometri bilmeyen giremez,” dışlayıcı değildi. “Sen içeri girsen de anlayamazsın” demekti. Günümüzdeyse, kendini bilgi obezi hâline getirmiş kişilerin, zayıf aklî hamlelerle bezediği bir ringde güreşiyoruz. Rivayet olunur ki Hz. Muhammed ile Hz. Âli kendi aralarında konuşurken, onların yanına giren bir sahabe dışarı çıkınca sorulur: “Ne konuşuyorlardı?” Der ki: “Vallahi, beliğ bir Arapçayla konuşuyorlardı fakat ben hiçbir şey anlamadım.” Dürüsttü bu kişi. Günümüzde kendimizi her şeye yetkin görüyoruz. Bu, kişinin kendi ve çevresindekilerle olan ilişkisini kirleten bir tutum. Geometri, aklın bir göstergesi değil bizzat kendidir. Aklın, duyusal algıdan hiç beslenmeden kendini ilerleterek, kendini kavradığı bir alandır. Arabi, Âyan-ı sabiteler, için “varlık kokusu almamışlardır,” der. İşaret “duyusal algıya” açık olmayanadır. Burada “dış”; duyusal algı, “iç”; bu kendiliktir; metafor olması olanaklı değildir.

 

Metafor, sanat alanını zenginleştiren bir unsur olsa da sanatın bu tür bir keyfiliği kaldırmayan tanımı yüzyıllar önce yapılmıştır. “Duyu algılarımıza” çarpandan hoşlanmamız; bir eserin milyarlar tarafından bile olsa beğenilmesi, hep nicel alanlardır. Analitik düşünme, analiz yapabildiği için, böbürlenerek, bu yetiyi her alana yayabileceği zannına kapılıyor. Analiz, eş deyişle ayırma işlemi, ayırırken hakkının verildiği alandadır. “Kıymeti kendinden menkul ehliyetli, parçalayarak ulaştığı anlama yetisini, gerçekte kavramadığı alanlara da uzatınca sorun oluyor. Önerildiği gibi “kendi otlağında bırakmak” belki yüzlerce sene önce olanaklıydı; bu devirde her yerden sızıyor kerata!

 

Sanat, sanaçtı değilsek, gündelik yaşamımızda önce duyu algılarımıza çarpar. Bu algıdan kalkarak sanat konuşamayız. Neden? Konuşulup, tartışılmış ve bilimsel çerçeveye oturtulmuş bir konudur da ondan. Bu tür tartışmalarda “Arkadaşım, siz önce okumalarınızı tamamlayın,” önermesi yerinde olacaktır. Sanat, bu tartışmaların yüzlerce yıl önce yapıldığı bir alandır; estetik kavramı boşuna değildir.

 

“Sanatın beslendiği alanın ne olduğu?”, “Orasının neden özgür bir bölge olduğu?” vb soruları edimsel olarak yanıtlayamıyorsak, politika tartışmalarına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki söylemlerimiz kadüktür. Abartmıyorum. Kendilikle ilgisi kalmamış her kavrayış, yakıtını dışarıdan alır. Kendimizi kavramak, kendimizin bütünsel sezgisini kavramayı gerektirir.

 

Gerçek sanat; sağ beyne ineni (sezgi), sol beyin aracılığıyla biçimlendirerek, duyu algısına sunmaktır. Duyu algısından hareketle sanat, tinin dışarıdan tetiklendiği ölçüde olanaklıdır; aksi takdirde sanatın araçsallaştığından söz edilir. Sanat önü alınamayan bir ifade biçimidir. Bu zorunluluğu kavramamak, dinle anlatılanın kavranılışını da ketler. Erdem, estetik ve ahlak yoksunluğunun elele gitmesi, üzerinde derin düşünülmesi gereken bir konu.

 

İfade bakımından sanat, kendi içinde; mimari, heykel, resim, müzik ve şiir olarak kademelendirilmiştir. Okuması müthiş zevkli bu dizgenin ayrıntısına girmeyeceğim fakat ana fikrine dikkat çekmekle yetineceğim. Mimari eser; yapımı zamana yayılan, belirli bir noktada sabit, yapısal öğenin sembolik anlatımının olmadığı bir alandır. Örneğin, bir mimari eserde kullanılan bir taş ya da tuğla kendine işaret eder. Başka bir şeyin inşasında bir araçtır. Heykelde, taş semboldür; böylece yükseltgenmiştir. Resim sanatında, artık iki boyut vardır (soyuta gidiş) dondurulan zaman aralığı genişlemiştir; bir resim bize yıllar süren bir savaşı anlatabilir. Müzikte hâlâ bir aracı (tözsellik anlamında) vardır: nota. Şiir, insan sesi…, varoluş nedenini “dışarıda” temellendirmeyen (metafor değil)… Upuzun bir anlatımı kısacık özetledim.

 

Dikkat eden görmüştür ki ben bu anlatım aracı olarak kullandığım dili önceden belirlenmiş kavramları içine tıkıştırarak kullanmadım. Dilin bir öğesini, diğeriyle bir karşıtlık ilişkisinden doğurarak kullandım. Bu nedenle;

*duyusal algı tarafından kavranılır oldu – kelimeler ara verdiğim için oluştu, gramere özen gösterdim,

*kavramsal seviyede ifade edecek bilgisi olmayan bir sanatçının “işte tam da bu!” diyebileceği bir iç düzene sahip – sanatın ifade basamakları.

İç ve dış metafor olsaydı keşke! Dünyada işimiz ne kadar kolay olurdu. Şu, bir türlü dışarıdan, taklitle ve hatta duyusal algıyı tatmin eden nicelikle doymayan tinselliğimiz başımıza dert olmazdı.

 

“Sözcüklerin görevi, önceden belirlenmiş kavramları göstermek değildir.” İşte anlatmaya çalıştığım şeyin kısmî bir özeti bu cümle. Dilin doğuşundaki imge ve simge ikiliğini anlamaya çalışmak ezber ve ezber olmayan ayrımının kavranılmasını kolaylaştırıyor. Düşünme faaliyetinin bizzat kendisi bu “önceden belirlenmiş gösterime” direniyor çünkü aynı anda düşünme edimi gerçekleşiyor! Akıl, ediminde kendini kavrıyor. Belki de sanatın şiir üzerine eklemlenebilecek bir doruğu ki artık sınırı aşıyor.

Sanatın kaynağı imgelem yetisidir. “İmgelem” kavramını çizer misiniz lütfen? Bir sanatçı, imgelemi bize sanatı aracılığıyla duyumsattırabilir. Hiçbir kaynağa göz atmadan imgelem kavramını tarif eder misiniz? Bir sonraki konuşma için içerik arıyorsanız, ezberlersiniz tanımlardan bir tanım. Yok eğer dert ederseniz, başlarsınız bu derde derman bulmaya; kaybolur gidersiniz kavramlar arasında: imgelem, tahayyül, hayâl, rüyâ, muhayyile… Nihayet, imgelem kavramı bizzat sizin tarafınızdan yaratıldığında, artık onun en başta bulduğunuz tanımı sizindir.