“Sanat güzelliği, tinden doğmuş ve yeniden doğmuş güzelliktir.” Bu cümleyi ilk okuduğumda, çeviri hatası olduğunu düşünmüş, orijinaline bakma gereksinimi duymuştum. Çeviri hatası yoktu. Anlayışım yetersizdi. Ne demek istiyordu bu cümle? Sanat, din, felsefe, şu Tin olmadan olanaklı olmuyordu! Neydi bu Tin? Tinin ne olduğu ile ilgili kavrayışımda bir sorun vardı. Geist, Psükhe/Pneuma kavram çalışmalarımı derinleştirdikçe, gelişigüzel çevirilerde, Tin’in, ruh olarak karşılanarak, anlamının büyük ölçüde indirgendiğini gördüm. En yakın örtüşme ise maneviyat sözcüğü ile sağlanabiliyordu.

Çok çalışmış, sonunda cümlenin anlamı bulmuştum. Kapanma saati gelince müzelerden kovulan; bir Vermeer tablosuna büyülenmişçesine raptolan; bir Bach, bir Itrî dinlerken, yanaklarına süzülen gözyaşları ile irkilen herkesin, anlayabileceği bir cümleydi bu! Açıklamam şöyleydi: Sanatçının tinselliğinden doğan yapıt, sergilendiğinde, bir kez daha doğuyordu; bu kez izleyiciden. Fena bir açıklama değildi ama benden çıkmasına karşın, bana örtük kalan bir gâyî illetim var, kendine tutsak eden. İşte bu örtük illet, beni sürekli sigaya çeker. Bu kez: “Böbürlenme Gülgün, pek zayıf oldu bu açıklama” diyordu. Yanıt için düştüm yollara. Evet, tahmin edebileceğiniz gibi, artık size de dost olan, yegâne dosta gittim. Katılmadı bu müthiş olduğunu sandığım düşünceme. Onun açıklaması bambaşkaydı: “Tinden doğan, kültür; kültürün estetik düzeyde doğması, sanattır.” Festival tadında bir derinlik. Al evine götür, yıllarca tefekkür et, bitmez. Tinden doğmuş ve yeniden doğmuş… Orijinal tümce şöyle devam ediyordu: “… tin ve ürünleri, doğa ve onun olgularından ne kadar yüksekse, sanat güzelliği de doğa güzelliğinden o kadar yüksektir.” Daha, çok çalışmam gerekiyordu. Ah şu gâyî illet!

Zehra Doğan’ın, Tate Exchange’deki sunumu ve “pedofili” içeren kitap nedeniyle, sanat, son zamanlarda sıkça anıldı. Bu tartışmaları izlemek beni yordu ve ümitsizliğe sürükledi. Hakikaten çok ve dahi, boş konuşuyoruz. Bilgi yok, merak yok. Her konuda fikir var. Sanat, din ve felsefe, korkup kaçmış. Bu alanlarda giderek çölleşen bir dünyanın, en sarı, en çorak ülkelerinden biriyiz.

Sanat ve din, Yüce kavramına temas ettikleri noktada, ortak bir temeli paylaşırlar. Yüce, sizin için, “yüce dağ” gibi, büyüklük anlamında, üstünlük demek ise sanat hep dışsal kalacaktır. “Yüce, sonsuzluğun sezgisidir” der filozoflar. Duyularımıza aşkın olanın, sezgisel bilgisi karşısında, kendimizi âciz hissederiz. Sanat ve dinin başladığı ortak nokta.  Romantikler, Tanrı’nın doğaya gizlenmiş olduğunu söylerken, buna işaret ediyorlardı. Kant, Yüce kavramını derinlemesine ele almış bir filozoftur. Bu konularda çalışmalarımı henüz tamamlayamadım, emek isteyen konular bunlar. Oysa, bu konuları, hiç merak etmemiş, bilgilenmemiş kişiler, boş düşünceler etrafında ne çok tartıştılar!

Sanatın, güzelle ve güzele tamamlanışı, ondan “bize göre çirkin”in çıkarılması anlamına da gelmiyor. Bu analitik bakışla, Picasso’ya, çirkinin sanatı gözüyle bakmaktan kendimizi kurtaramayız. Picasso, Avignonlu Kızlar’ı, fahişelerin her zaman güzel resmedilmesine tepki olarak; genelevlerin, tinselliği yok edici yanını ön plana çıkararak resmetmiştir. Neredeyse, bine yakın taslak çizdikten sonra yaptığı bu resim, Picasso’nun, güzelden habersiz olduğunu göstermez. Aksine, o tabloda güzel, orada olmayan öğe olarak vardır; başarıyla dolayımlanmıştır.

Sanat, sezgiye verilenin, dolayımlanarak ifade edilmesidir. Gücünü, dolayımdan alır. Yirmi, yirmi beş, kanlı, yırtık eşyadan oluşan bir sergi, sanat değildir. Özsüz içeriktir. Tam da bu nedenle pornografiktir. Bu eleştiriyi, ilk olarak dile getiren kişi, yerinde bir eleştiri yapmıştı, keşke geri adım atmasaydı. Sanat, amaç ile aracın, sonsuz uyumudur. Aracın, amacın özdeğeriyle uyuşmasından beklenti, tinsel olanadır. Sayın Doğan’ın çalışmasının, Tate Modern’in sergi alanında değil Tate Exchange’de, etkinlik alanında, yer alması önemli bir ayrımdır. Zira, sanatsal sergidense, mikrofona okunan şiirlerle de desteklenen bir propaganda havasında oluşu dikkat çekiciydi. Evet, sivil halk zulüm gördü, bunu yadsımak insanlığa sığmaz. Sanatçı böylesi ağır bir acıyı, dolayımlayarak, duyu algılarımıza sunan kişidir. Biz, bu anlamda, sanatçının tinselliğinden doğan bir yapıt görmek yerine, yıkım alanlarından toplanıp, uçağa konularak nakli sağlanmış eşyalar gördük. Tam da bu nedenle, Zehra Doğan’ın ortaya koyduğu ürün, daha çok, gazetecilik faaliyetidir. Buna sanat demek, sanata haksızlıktır.

Tracey Emin, kendini sanatçı olarak görmediğine değinmişti bir söyleşide. Küçük yaşta uğradığı tecâvüzün ağırlığı, ondan alınacak olsa, sanat diye ortaya koyduğundan hemen vazgeçebileceğini açıklamıştı. Adını anımsayamadığım bir İngiliz sanatçı, bir belgeselde dürüstçe şöyle diyordu: “Yaptıklarıma sanat denilmesine şaşırıyorum, ben, odalara ışık yerleştiriyorum, o kadar!” Rus kültürünün Batı’da tehdit olarak algılanması nedeni ile CIA’nın, modern resmi, bir soğuk savaş aracı olarak kullanması, çok tartışıldı. Post-modern sanat, sanat mıdır? İyi ve Doğru kavramlarının olmadığı, tartışılmadığı, önemsenilmediği bir ortamda, Güzel hakkında ne derece konuşulabilir?

Edebiyatta, “pedofilik” içeriğin nasıl ele alınacağı da sanattan ne anladığımızdan bağımsız değil. Özsüz içerikleri, sergi alanlarına, satırlara, sayfalara özensizce atıyoruz. Boyaları, tuvallere attığımız ve bunu sanat sandığımız gibi. Üstün yeteneğinden dolayı, ABD’nin yaşam boyu vize verdiği bir sanatçı arkadaşım, küratörlerin politik hamlelerinin ne derece yıpratıcı olduğundan söz ediyor. Genç sanatçıları hebâ ediyor, bu mafyavâri yapılanma. Dünya sanatına yön verdiği söylenilen okullardaki hocaların çaresizliğini de yakından takip eden biri olarak yazıyorum. Sanat ile din, temelde ve artık felsefe, birbirinden ayrılamaz. Şu içinde yaşadığımız devirde, bu üçlü yok ortalıkta.

Sanat felsefesi, bize, sanatın kaynağının imgelem gücü olduğunu söylüyor. İmgelem gücünün en önemli özelliklerinden biri olarak, onun kendi imgelemelerinde doğadan daha özgür olmasıdır. Zorunluluk ise örneğin, bilimde vardır. Günümüzde zihinsel üretimlerin, sanat olarak ortaya sürüldüğünü görüyoruz. Sanat, baştan, aracın amaca uydurulması mıdır? Eğer öyleyse, özgür bir etkinlik olduğundan söz edilebilir mi? Zihinden doğana değil tinden doğana ve hatta yeniden doğana, güzel sanat denilmesi, epey derin düşünme gerektiriyor.

Duymuşsunuzdur; bir zamanlar, sanatçıların yapıtlarına imza atmaları, densizlik olarak kabul edilirdi. Çünkü, sanatın açığa çıkardığı şey, tümel güçlerin egemenliği altında yaratıma giren bir aracı olarak, sanatçının yapıtıydı. Öznel coşkusal zihin durumlarının bile, hayret verici bir uzaklıkta olduğu bir dönemde, gerçek sanatın ne olduğunun izini sürmeye çalışmak kolay değil ama olanaklı. Yeter ki, vasata teslim olmayalım. Tıpkı felsefede ve dinde olduğu gibi sanatta da ego, nesnel ve gerçek olanın geçersizliğinden, içsel değere sahip her şeyin boşunalığından başka, kısaca kendinden başka bir şey bulamamaktan muzdarip.