Ülkemizde, neden özlediğimiz düzeyde muhalefet olmadığını düşündünüz mü hiç? Muhalif cepheden gelen eleştirilerin, neden bizi bir türlü tatmin etmediğini? Hiç, tartışırken, karşı tarafa hak vermenin, olanaksız olduğunu düşündünüz mü? Sonra, kafanızda bitmek bilmeyen bir monolog olduğunu? Son soruma, “evet” dediyseniz; önce, karanlık, derin bir kuyuya düştüğünüzü hissetmiş, kısa bir zamanda sonra da aslında “düşme”nin hiç gerçekleşmediğini, halihazırda hep o kuyunun dibinde olduğunuzu anlamışsınızdır.

Önceden çok yazdım ama burada yeniyim; tekrar yazayım: Bir olayın “olumsuz” halini dile getirmek, onu eleştirmek, alternatif bir görüş öne sürmek değildir. Örneğin, “tatlı” denildiğinde, “tatsız” demek, onun olumsuzunu dile getirmektir. Eleştirmek, ayrımsal bir anlamı ortaya serebilmektir. Neden? Çünkü, ancak birbiri ile ilişkide olan şey ayrıma getirilebilir. “Tatlı” diyene, eleştiri getirmek istersek; ona “acı” “ekşi” diyebilmeliyiz. “Tatsız” demek, bizdeki muhalefetin tutumudur ve neden darboğazda olduğumuzu anlamak için iyi bir örnektir. Gündemi belirleyememeleri bu girdaba kapılmalarından. Ayrımı gösterebilmek, düşünme faaliyetidir. Zira, bir sözcük, bir kavram, bir terim ancak başka bir sözcük, kavram ya da terimle ayrıma gelir ve kavranılır olur. “Tatsız” diye diretmek, ayrımı gösterememek, özdeş alandan çıkamamaktır. Bu özdeşlik felsefe konuşmalarında bile var.

Dışsal olanla, yukarıda olduğu gibi bir yiyecek türü ile bu işi anlatmak ve anlamak kolay gibi görünüyor. Asıl sorun, ait olduğumuzu hissettiğimiz, kemikleşmiş ön yargılarımızın olduğu alanda bu düşünme biçimini işletebilmekte. Bu bir kez oldu mu, gerisi çorap söküğü gibi gelir; öz eleştiri. Yoksa, neden önyargıyı yok etmenin, atomu parçalamaktan daha zor olduğu söylenilsin!

Gördüğümüz her şey, ne olduğu tanımını, sınırlarından dolayı alır. Karşıdan gelen “şey”in hayvan mı, insan mı olduğunu bize bildiren, onun bedeninin sınırlarıdır. Bu sınırın devamlılığı, eş deyişle dirimlilik dıştan gelen baskının, içten gelen direnç sayesinde dengede tutulmasındandır.

Hücreler, dokular, organlar sistemik bir bütünlük içinde çalışır; her birim, bağlı olduğu bir üst birime katkı vererek, canlılığın sürdürülmesini sağlar. Vücutta ortaya çıkan aksaklıklar, yine vücudun kendi tarafından müdahale edilerek, giderilir.

Bir kişi olarak betimlenen bu bütünlüğü, bir ülke olarak da düşünebiliriz. Ülkenin sınırlarını, dışarıya karşı koruyan unsur, o ülkenin ordusudur. İçeriden oluşturulan direncin dengesini, dengede tutan mekanizma adalettir. Sağlık ordusu, işleyiş bozulma sinyali verdiğinde, vücuda yayılan tamirci bir mekanizmadır.

Bu dengelerin kurulması ve sürdürülmesine dair bilinç ise eğitimle olanaklıdır. Eğitimli birey, düşünebilen bireydir; kendi üzerine, süreç üzerine dönebilen bir bilinç söz konusudur bu durumda. Sorunlar, artık eğiten değil yalnızca öğreten bireyleri yetiştiren bir sistemin hüküm sürmesi kaynaklıdır. En az YÖK’ün kuruluşuna kadar geri giden, bir süreçtir üzerinde düşünülmesi gereken. Bu sistemde öğütülen öğrenciler, şu anda “sistemin” en üst basamaklarını işgal etmekte.

Yukarıda metaforla açıklamaya çalıştığım bütünlük, bir karşı devrim peşinde olan FETÖ’nün neden öncelikle, ordu, adalet ve eğitim sistemine sızdığının daha iyi anlaşılmasını sağlar umarım.

Aydın, özeleştiri verebilendir. Öğretmenliğin niteliği, neredeyse vasat altı bir seviyeye çekildiğinde neden ses etmedik? En ses getiren, kalıcı tepkimizi eğitim sistemine el atıldığında verebilmeliydik. O günlerden planlanan, bugün artık bariz: Düşünemeyen ve bunun farkında bile olmayan, bencil özne. Pandemi ile global işleyen bir çarkın dişlileri arasında öğütüldüğümüzü daha iyi anlar olduk. O ya da bu biçimde bu çarkın dişlisi olduk her birimiz. Sıra öğütülmeye gelince feryat ediyoruz. Edelim tabii, etmeyelim demiyorum ama herkesin geri dönüp, nerede o çarkın “dişlisi” olduğu ile hesaplaşması gerekiyor.

Yadsıyanlar olabilir ama ben gazetecilik mesleğini, meslek hiyerarşisinde üst sıralara yerleştiririm. Adalet ve eğitim sistemi işlevini yitirmiş bir ülkede, gazetecilik, onurlu bir duruşla sürdürülmesi çok zor olan bir meslek.

Yayımlandığında bomba etkisi yaratan, “Satılmış Gazeteciler” adlı kitap unutuldu. Ünlü gazeteci, Udo Ulfkotte, sarsıcı ifşaatlarına kendinden başlar o kitapta. Öz eleştiri verir, içine düştüğü utanç verici durumları itiraf eder.

Atlantik, NATO, ABD, CIA olarak tanımlanan “yanın”, manipülasyon kollarının ne kadar derinlerde olduğu ve bunun ağırlıklı olarak satılmış gazeteciler sayesinde başarıldığını anlatır. Bir CIA ajanı, Washington Post’un redaktörü, Philip Graham’a şöyle der: “Bir gazeteci, bir orospudan daha ucuza satın alınabilir, ayda birkaç yüz dolara.”

Hukukçunun asıl derdinin, adalet; öğretmenin asıl derdinin, eğitim; doktorun asıl derdinin, sağlık; gazetecinin asıl derdinin, doğru haber; askerin asıl derdinin, ülkenin bölünmez bütünlüğü olmadığı bir ortamda “meslek” vurgusunu bunca uzatmak neden? Üstelik, ülkenin sınırlarının değiştirilmesini talep eden bir terör örgütüne destek veren bir başkan seçen, bir birliği hâlen destekleyenler hiç mi düşünmüyor! Şımarıklık boyutuna ulaşan bir tepki var ve bıktık!

Ordusuna sızılmış, hukuk sistemi zayıflatılmış ve bu girişimin sürdürülebilirliğinin garantisi olarak da eğitim sistemi sekteye uğratılmış bir ülkede, nasıl oluyor da doktorlara verilen tepki, ülkenin bölünmez bütünlüğüne bir tehdit olarak algılanabiliyor? Günaydın, hepimize günaydın.

Yukarıda, sözünü ettiğim çorap sökülmeye başladığında, sökülme faaliyeti yorucu olsa da yaşama bir esenlik getirir. Bu nedenle, mağduriyetin panzehridir, özeleştiri. Kendine muhalefet edebilmeli insan.