Herkesin, bir evinin, bir arabasının, özgürce işleyebildiği yeterli büyüklükte bir parça toprağının olduğu bir dünya düşünelim. Öyle bir dünya olsun ki; hukuk sorunsuz işlesin, ‘dünya vatandaşı’ eğitim, sağlık gibi harcamaları dert etmeden yaşasın, uygar ilişkiler ve sosyal devlet tesis edilmiş olsun. Bu dünya devletinde; kıskançlık, öfke, hüzün, bir türlü tamamlanamamışlık, rekabet gibi duygular, yalan söyleyen insanlar olmayacak mıdır?

Otantik insanın kendini gerçekleştirmesi için gereken eleştirel etkinliğin, bir yabancılaşma sürecine ulaşmaması, olanaksızdır. Bireyin, önüne koyduğu amaçlarla, ulaştığı mevzinin, “karşıtlar” olarak belirmesinin yarattığı diyalektik gerilim yabancılaşma olarak deneyimlenir.

“Olan” ile “olması gereken” arasındaki gerilimin, öznel tin aşamasında yarattığı sorunu, tinin yalnızca öznel alanında tanımlayarak, eş deyişle onu hapsederek çözüm üretmek kişiyi “inanç” aşamasının ötesine taşımaz. Hızla, ideolojilerin dinlere, dinlerin ideolojiye dönmesine neden olan ve ne yazık ki kişinin inandığı gibi yaşadığı değil de yaşadığı gibi inandığı bir yaşamın tuzağına düşüren olgudur yabancılaşma.

Yabancılaşma, bireyin kendini bir öz bilinç varlığı olarak inşa etmesi ile aşılan zor ve uzun bir süreç gerektirir; burjuva, proleter, ruhban, çiftçi, cemaat üyesi, vassal, aristokrat gibi sınıfsal ayrımları da özsel olarak taşımaz. Öz bilinçli kişi, realitesini idealitesinde bulmuştur. Özgür iradesi hem iç hem de dış yasalılığa boyun eğmiştir. İç dünyasında, yasalılığı tanıyan tikel irade, kendinde içkin olan bu yasalılığı her yerde hak olarak tanır. Bu tanıma, kendini tanımadır; yasaya duyulan saygı, kendine saygıdır.

Hyppolite, Hegel’in Jena döneminde yazdığı ama yayımlanmayan eserinde, “öz bilincin, insanın ötesinde olan ama insan tarafından koyulmuş olan bir Tanrıda yabancılaşmış olduğunu gösterdiğine değinir. Bu bağlamda, yalnızca bir “amaç” uğruna devreye giren irade adlı yetimizin, nesnel irade olarak Devlette ve Tanrıda dışsallaşması da bir yabancılaşma türüdür; ki bu çelişki Tinin Görüngübilimi’nin biricik yakıtı, devredilemez öz bilincin zorunlu seyridir.

Yabancılaşmanın aşılamayarak, kalıcı bir hâl alması, toplumları insansızlaşma denilebilecek bir uçuruma yuvarladı. İnsansızlaşma artık, varoluşunun tikelliğine, kaprisli bireyselliğine gömülmüş, atomist bireyin günlük yaşamına yayılmış durumda. Burjuva birey ile yurttaş arasına sıkışmış bir gerilimle sınırlı değil.

İnsansızlaşma sorunu ciddi bir sorun. Sağduyuyla, öfkelenmeden, böbürlenmeden, açık yüreklilikle yanıtlamamız gereken çok soru var:

* Bireysel çıkarlar, bireysel gereksinimler ve bireysel emekle; ancak, toplumsal yaşamda deneyimlenen kolektif amaç arasında kurulması umulan uyum nasıl yakalanır?

* Toplum, niçin bireyin iradesinin bir ifadesi olarak değil de yabancı bir irade olarak görünür?

* Efendi ile yaşadığı diyalektik gerilimi aşan “köle” neden bulduğu ilk fırsatta, “efendi” rolünü benimser?

* Öznel tinin hayal kırıklığı, mutsuz bilinci, sadece nesne ile olan ilişkisinde mi deneyimlenir?

İnsanın, toplumsal doğasının tarih yolu ile yabancılaşarak, sonunda sermaye formunu aldığını ve proleteryanın üretimin dişlisi haline geldiğini düşünmek yanlış olmasa da eksiktir. İdea, burjuva formunda henüz ‘kendi-için’ değildir. Sorun, İdea’nın dolaylı formun değerlendirilmesindedir ve bu yazının birinci bölümünde de işaret edilen, Realite ve İdealite’nin birbiri dışında ele alınmasından kaynaklanan bir sorun olarak, tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır.

Sermaye tarafının yabancılaşma yaşamadığı, proleter tarafınsa istisnasız tamamının yabancılaşma yaşayacağını düşünmek, insanı onurlu bir varlık olmaktan çıkarmak demektir; bir tersyüz edilmiş düşünme biçimidir. SSCB’nin ardından, insanın bu tarz bir statikleştirme formuna sokulmasının ne derece doğru olduğu nesnel bir zeminde tartışılabilir hâle gelmiştir; en azından, bu tür bir sabitlemenin Hegelyan öğretide yeri olmadığını hatırlayalım.

Düşünmeye başlamak istiyorsak, öznelliğin elenmesi ilk gerekliliktir. “Düşüncenin, adlardan, ön yargılardan sıyrılması bu kalın kabuğun kırılması” kolay değildir. Bu bağlamda, Mircae Eliade’nin dile getirdiği gibi, din: “Bir varoluş krizidir, aynı zamanda bu krizin, örnek alınması gereken çözümüdür.”

Coşkun Özdemir’in şu satırları yeterli bir özettir: “İdealizm salt bir ilke sorunu gibi görünür. Oysa en az o kadar pratik sorunudur. İnsanlar bu güne kadar hep maddi yaşamları ve konfor için mücadele ettiler, savaştılar. Manevi yaşam için mücadeleler dinlerde görülür; o da eğitimsiz kitlelere inanç kipinde-biçiminde verilmek zorunda olduğu için, her zaman yozlaşmaya açıktır, bu yüzden aklın gelişimi sonucunu doğurmaz.

Oysa manevi alanın-ruhun alanının merkezinde ilke akıldır; akılsız inanç ise işlemeyen-işletilmeyen bir akla dayanır. İlke olarak akıl ise işlemde, işletilerek gelişir. Bu durumda manevi alanın gelişimi için büyük uğraş İdealist filozofların uğraşlarıdır.”

Tinselliğe yükselememiş bir din henüz çocuksu bir dindir; tinselliğe yükselememiş bu dinin reddi olarak saf tutan Ateizm de eşit oranda bir çocuksu tutumdur.

İşçilerin “Baba Marks” dediği devrimci Marks, Türkleri de iyi tanırdı. Türk Marksistlerin, içinde yaşadıkları toplumdan ne denli haberdar oldukları ise kanımca tartışmalıdır ve tartışılmalıdır. 21. yüzyıldayız; neden, düşünmemizin içeriklerini, 20. yüzyıla bile taşıyamadık henüz? Efsanevi bir Türk Devrim’i gerçekleşti geçtiğimiz yüzyılda. Bu devrimi, sloganvâri övme ve yermelerin ‘akıl’sız pençesinden nasıl alacağız? Türk entelektüeli, halkı yeterince tanıyor mu? Acilen hesaplaşılması gereken incitici sorular.

Hegel; “Biricik amacım, felsefenin edimsel olduğunu göstermektir,” demişti. Ona göre felsefe ve dinin içeriği, anlama ve anlatma kiplerinde ayrılır. “İçerik” yoksa felsefe neyin üstüne, ne hakkında bir düşünme olacaktır? Sonlunun varlığı, yalnızca onun varlığı değil, aynı zamanda sonsuzun da varlığıdır.

Edimselliğin çarpıcı bir örneğini, ilkokul mezunu Anadolulu bilge, İsmail Emre’nin bir açıklamasında buluruz. “Kuran’da, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun diyor. Bu sözü söyleyen Allah mı, Hazreti Muhammet mi? Allah’ın sözü ise, Allah kime hamd edecek? Allah kendine hamd eder mi?”

Bu sözler, yetkin bir uslamlama örneğidir. Bir ilkokul mezunu bile olmayan birinin uslamlamayı bu denli yetkin gerçekleştirebilmesindeki sır nedir? Çoğu Türk entelektüel, Ussal olanı farklı bir elbise ile görünce tanıyamamaktadır. Pozitivist eğitim kıskacında serpilmiş bir zihin, dini terimler karşısında önyargı üretir. Oysa, bu bilge çok yetkin bir soru sormaktadır. Varlık’ın, madde ile eşitlenmesi ve insan usunun pozitivist bir anlayışla cendereye alınmasıyla, evren, öznesiz-nesnesiz bir sürece indirgenmiştir. Bu, insan onuruna hak ettiği değeri vermemektir.

Tanrının varoluşunu tanıtlama çabasından çok, dinsel bilinç ve bu bilincin tanrıyı ayrımsama kipleri ile ilgilenmek zamanı. Felsefe ile din, bir ve aynı gerçekliği anlatırlar, yalnızca anlatım biçimleri farklıdır. Felsefe, dine karşı bir duruşla, onun yanlışının karşısına gerçekliği koyduğunu savladığında, bütünsel anlayış bozulmuş olur. Olgunun kavranılmaması, edimsellikten düşüş, eş deyişle bir “baş aşağı” çeviriştir.

—————————————————————————————

Hegel, G.W.F. (1986) “Tinin Görüngübilimi” İstanbul: İdea Yayınevi (A. Yardımlı Çev.)

Hegel, G.W.F. (1996) “Küçük Mantık” İstanbul: İdea Yayınevi (A. Yardımlı Çev.)

Hegel, G.W.F. (2006) “Tarih Felsefesi” İstanbul: İdea Yayınevi (A. Yardımlı Çev.)

Hyppolite, J. “Marks ve Hegel Üzerine Çalışmalar” Doğu Batı Yayınları (2016)

Kip, A. “Felsefi Tinin Yabancılaşması Üzerine Bir Deneme”

http://www.dusunuyorumdergisi.com/felsefi-tinin-yabancilasmasi-uzerine-bir-deneme/

Özdemir, C. “Hegel’in Marks Eleştirisi”

http://www.nirvanasosyal.com/h-71-coskun-ozdemir-hegelin-marks-elestirisi.html

Yardımlı, A. “Diyalektik Yöntem?”

https://www.ideayayınevi.com/okumalar/diyalektik_yontem_mi_aziz_yardimli.html