Einstein’ın “ürkütücü” bulduğu Kuantum Dolaşıklık; iki ya da daha fazla atom-altı parçacığın, birbirlerine olan fiziksel uzaklıklarından bağımsız, eşzamanlı olarak etkileşebileceğinin, başka bir deyişle haberleşebileceğinin ifadesidir. 1935 yılında ortaya atılan bu öngörü, 2008 yılından beri bilimsel bir gerçek olarak ortaya konulmuştur. Etkileşime girmiş iki parçacık, aralarında milyonlarca kilometre de olsa aynı anda, fakat ters yönde etkileşir: Biri saat yönünde dönerse öteki, aynı anda ama saat yönünün tersine hareket eder. İşin ilginç yanı, Einstein’ın, bunun hareket gerçekleşmeden önce var olan gizil bir bilgi olduğu savını ileri sürmesiydi; ona göre, ölçümle gelen bilgi, sonradan gelen bir bilgiydi.

Günlük yaşantımızı, duyusal bilincimizle sürdürürüz; duyusal yanılsamayla desek de pek yanlış olmaz. Doğada renk yoktur, ama biz renk görürüz. Doğada ses yoktur, ama biz sesler işitiriz. Görme, işitme, koklama, gerçekte beynimizde olmaktadır. Duyu organlarımıza yüklenen veriler, tamamen karanlık ve sessiz bir ortamda bulunan beynimize, sinirler aracılığıyla, elektrik akımı olarak iletilirler.

Felsefe ve din her zaman, bilim ise son dönemlerinde, dış ortam olarak duyumsadığımızın gerçekliği konusunu düşünsel, sezgisel ve bilimsel çıkarımlar ile sorgulamıştır. Yalnızca, “şimdi ve burada” olana tanıklık edebilen duyusal bilinç ne kadar güvenilirdir? Filmin tek karesine tanıklık etmek, filmin konusuyla ilgili bilgi verebilir mi? Kuantum Dolaşıklığın, bugün, din ve felsefenin uzun zamandır ortaya koyduğu, “Evren, bir ilişkiler bütünüdür,” önermesi, bizim için ne anlama gelmelidir? Evrende ilişkisiz ve hareketsiz hiçbir şey yokken, gündelik yaşamımız neredeyse tamamıyla bunun yadsınması üzerine kurulmamış mıdır?

Kısıtlı düşünme biçimlerinin, engin çıkarımlar yapamayacağı ortada. Ülkemizde hemen her alanda, dar alanlarda, kısacık ve artık ezberlenmiş paslaşmaların yapılma nedeni, gelişmemiş düşünme kalıplarımızın bezdirici tekrarı olabilir mi?

Filozoflar, gerçek anlamda düşünmeye başlamamış olanlar için, “Henüz uykuda,” tanımı yaparlar. Uyuduğumuz, ancak uyandığımızda farkına vardığımız bir olgudur. Uyku, bu anlamıyla bir özdeşlik halidir. Özdeşlik, “başka” olanı barındırmaz. Düşünce olarak uykuda olmak ise kişinin kendi zihni ile özdeşlik içinde olmayı yeğlediği durumdur. Yapılan işlerde, gözlemlenen olaylarda, okunan satırlarda kendi düşünce kalıplarına uygun olanın çekilip çıkarılması işlemidir. Kullanılan mantık, A=A mantığıdır. A, A’dır, başka bir şey olamaz. Çözümlemeci olan bu yaklaşım, düşüncenin devinimi için zorunlu bir uğraktır.

Devinemediğinde, bu mantık, harekete karşı konum alır. Duyusal algıdan beslenildiği sürece, geleceği sürekli bir kaygı alanı olarak yapılandırmamız tesadüf değildir. Gündelik yaşamda bu mantık, kendine en yakın olanların sağlık ve mutluluğunu önceler. Kaygısı, eğer olanaklıysa ânı dondurmaktır. Gerçek ise devinebilmek için baskı kurar. Öyle ya, bir tohumun yegâne çabası, bir an önce kendinde gizil olarak bulunan, içinde barındırdığı meyve ağacı olup bu sefer, tohumu içinde barındıran meyve haline gelmek değil midir?

Düşünmenin devinmeye başlaması diyalektiktir. Karşıtlar yan yana getirilip değerlendirme yapılır. Birbirlerinde ortadan kalkacaklardır. Bu, okuması, hakkında konuşması kolay, ancak uygulaması olanak sınırlarını zorlayan bir düşünme aşamasıdır. Olumsuzların değil karşıtların bir edildiği bir düşünme tipidir. Bir şey “ya vardır ya da yoktur,” biçiminde düşünmek, diyalektik düşünme değildir. Diyalektik düşünmedeki iki ucun birlikteliği zorunludur; onlar, bir bütünün parçalarıdır ama henüz bir ortaya konuluş, bir soyutlama olarak karşıtlardır. Keyfî olarak biraraya getirilemezler. Hedeflenen birliktelikleri, halihazırda gizil olarak oradadır. Diyalektik düşünme, zorunlu olarak “doğum yapan”, üreyen bir düşünme biçimidir. Diyalektikte kalmak olanaksızdır: Geri gider ya da devam eder. Diyalektiğin işlediğini, kurgul aşamaya geçtiğini üründen tanırız. Ürün, daha önceki aşamalarda gizil olarak bulunandır. Tıpkı, çocuğun anne ve babasında gizil olarak bulunduğu gibi. Kurgul aşama, “ya, ya da” dışlayıcılığından, “hem, hem de” kapsayıcılığına geçiştir.

Düşünme, yukarıda değindiğim Kuantum Dolaşıklığı andıran bir yapıdadır. Her düşünme girişimi, bağlı olduğu öteki yarısı ile etkileşime girer ve bu, ortak noktada buluşmak uğruna, ters yönde bir harekettir. Görelilik Kuramı’nda olduğu gibi, gözlemcinin/düşünenin süreçte olmasından bağımsız kurulamaz.

Düşünce tarihinde, Hegel’in zirvede oturduğu söylenilir. Diyalektiğin, kurgula nasıl taşındığını bir dizge içinde gösteren ilk düşünürdür. Marks, onunla felsefenin tamamlandığına değinir. Hegel’in bütünsel felsefesi, analitik bakışa, parçalayarak kavrama seçeneğinden başkasını bırakmaz. Bu nedenle, “Sağ Hegel, Sol Hegel, Ateist Hegel, Teist Hegel” listesi çok uzundur. Hatta, “Hegel’i kavramak, bir ölçüde olanaksızdır,” demek sanırım yanlış olmaz. Hegel yorumlarının, sık sık diyalektik, hatta analitik uğraklardan yapıldığı görülür. Diyalektik uğrağın bir sonucu olarak, olumsuzlamayı kapsayan Kuşkuculuk; düşünmenin, Hegel’i kavramak için en yakınında bulunan aşaması olsa da; onca yolu katetmiş olanın, belki de haklı kibri, son hamleyi yapmaya engel bir perde olur. Belirlenimlere sarılmak, henüz olmamış “ben” belirlenimine hayran olmak anlağın işidir.

Hegel’in, Saltık İdea olarak anlattığı aşamaya ulaşmadan, dizgeden söz etmek olanaklı olmasa gerek. Dizge, henüz tamamlanmadıysa, yapısını yetkinlikle inceleme ve son sözü söyleme hakkını vermez. Bir bütün olarak anlaşılması bu nedenle zordur ve aynı nedenle, “Hegel’ci” olunamaz denilir, çünkü Saltık ideaya ulaşan bir düşünmenin, özgür ve özgün olması zorunludur. Tanımlanan aşama, saltık olarak bir başkasının kalmadığı; kendiyle olan ilişkinin sonsuzda deneyimlendiği; görüngü ile özünün özdeş kılındığı bir aşamadır.

Erek, süreci belirleyen, biçimlendiren etmendir. Platon’da diyalektik, ustalık gerektiren bir yürüyüş biçimidir. “Ruhun dolaşması, var olanın yeniden ortaya çıkması; ruhun, oluştan temel olana ve öze yönelmesi, hep var olanı bilmesi” olarak tanımlanan Philosophia’dır. Bu anlamda filozof: “… tek tek şeylerin özünün temelini (ne’liğini) kavrayabilen; bu temeli gören ve gösterebilen, neden öyle olduklarının hesabını verebilen; bu temel aracılığıyla ötekilerin arasından her şeyde iyinin ideasını seçebilen, ayırt edebilen, bir muharebede olduğu gibi her şeyi yoklaya yoklaya giden ve bu yoklamayı kanılara dayanarak değil öze dayanarak yapan, tüm bunları kusursuz, yıkılmayan bir biçimde temellendirerek yürüyen; hipotezleri aşa aşa, esas olana varan; cinslere ayırabilen ve aynı türden olanları başka başka, başka olanı da aynı türden görmeyen; bütünü, bütünlüğü görebilen kişidir.” Bu tanım, düşüncenin yürüyüşünün bir özetidir.

Aristoteles’te ise diyalektik, bir temellendirme ve bir yoklama yöntemi olarak karşımıza çıkar. Hocasının sezgimize verdiği bilgiyi, Aristoteles, bir yöntem olarak açımlandırır.

Ez cümle: Süreç, sonucun içeriğidir. Hegel’i anlama çabası takdir edilecek bir çabadır. Düşünce, onun felsefesi ile kurgul olana, zirveye ulaşmıştır. Ereğimiz, kendimizi anlamak/anlamlandırmak olduğu sürece, başkalarının yaptığı Hegel okumalarıyla yetinmemeliyiz. Kendi okumalarımızda ise, yukarıda yüzeysel olarak değindiğim nedenden dolayı dikkatli olmalıyız.

Ereğimiz, yanımızda bulunduracağımız âlet (organon) çantasının içeriğini belirleyecektir. Hatta, yanımızda getirdiğimiz âlet çantasını atmak, analitik aşamadan çıkışımızı belgeleyecektir. Düşünmenin özgürleştirici kolları, tam da gereken ânda “talep ettiğimiz” âleti bize verecektir. Her âleti vermeden önce, kafamıza değişen şiddetlerde vurduğu doğrudur.


Yararlanılan Kaynaklar:
Tinin Görüngübilimi ve Mantık Bilimi, Hegel
Çağın Olayları Arasında, İoanna Kuçuradi
Diyalektik Yöntem, Aziz Yardımlı