Sevgili Ali Nesin şu gözlemini paylaşmıştı yıllar önce: “Enerji üreten insanlar var, bir de üretilen bu enerjiyi tüketenler; ilk gruba giren insan sayısı çok azdır.”
Şimdi mevkisi yüksek, eli kalem tutan, meslek sahibi herkes kendisini ilk gruba dahil etmiştir. Oysa, çoğumuz, böyle bir insanla karşılamadan, bu dünyadan göçer gideriz.
Yine, herkesin kendisini bir gruba hem de en iyi olan gruba dahil ediverdiği, pek bilindik şöyle bir söz vardır: ”Küçük insanlar, kişilerden; normal insanlar, olaylardan; büyük insanlar, kavramlardan konuşur.” Kendimizi, bu üç grupta gidip gelirken gözlemlemleyebilmemiz önemlidir. İlk grubu dedikoducu insanlar oluşturur. İnsan, kendisine, yalnızca kendisinin dedikodusunu yapacağına söz vermediği sürece, bir ayağımız hep bu çukurda, ilk grupta olur. İkinci grupta ise özne bir kurum olabilir, olay anlatımları yine öznenin etrafında dönmüş olur. Şehir efsaneleri ürer bu ikinci gruptaki konuşmalardan. Kavramsal konuşma, olayı olguya yükselterek ele almaktır. Geniş bilgi, uzmanlık gerektirir.
Çok iyi işlere imza atmış yetkin insanlarla tanışma fırsatım oldu. Nobel ödülü alan bir Fransız ile aynı masada yemek yedim. Bu bakımdan çok şanslıyım. Lâkin, büyük işler başaran insanların genellikle, kendi alanlarını paylaşan ve iyi işler başaran diğer büyük insanların başarılarını küçümsediklerini gözlemledim. Bu durum bana, kavramdan konuşabilmenin bile yeterli bir kriter olmadığını anlatıyordu. Eksik olan neydi?
Uzun bir süre, hemen herkesten aldığım bu çiğ tadın nedenini kendimde buldum. Kendime yönelttiğim bakışlarla, bunun, her insanın yaşadığını hissedebilmek için oluşturduğu bir zırh olduğunu anladım. Hepimiz, varlığımızı hissettiğimiz bir alan inşa ediyoruz. Varlık ile yokluk arasında insan. Tüm korkuların anası olduğu söylenen ölüm korkusu ile yüzleşmemek için neler yapıyoruz! Mesleğimiz, bilgimiz, paramız, diğerlerinden iyi yaptığımıza inandığımız her şey, birer nesne olarak veriyorlar kendilerini bu tiyatroya.
Kavrama yükselmek, tehlikeli bile olabiliyor. Kahrolası kibir. İ. Fazlıoğlu’nun şu saptaması oldukça ufuk açıcıdır: “Yeryüzünde en tehlikeli kişi, kendi varlığını, başkalarının yokluğuna bağlı görendir.” Demek ki, tam pişmediğim sürece bu çiğ tat ve koku ile yaşamaya mahkûmdum. ‘Kendiyle barışık olmayan insan, başkalarıyla savaşıyordu’ demek ki.
Gerek felsefenin gerekse tasavvufun, taşındıkları dorukta bu işe yaradıklarını anlamam yaşamın bana sunduğu en büyük lütuftur. İşte, Hegel bunun için didinir. Kadim bilgeliğin tek çabası, kendimizle barışı sağlamamızdır. Demek ki, yüzler, binler, onbinlerce kavram içinden sivrilip tepeye oturan bir kavram var. İnsan. Demek ki; kavramdan söz edebilmek başka, bizatihi kavram olabilmek ise bambaşka…
O halde, belki de kendimize yapacağımız en büyük iyilik, regrese olduğumuz alan saptamasının peşinde olmak. Regrese olunan alanı şöyle açıklayabilirim: Çok sakin insanlar vardır, ‘sinirleri alınmış olmalı’ diye düşündürten. Es kaza Fenerbahçe ile ilgili olumsuz bir yorum yaparsınız, o sakin insandan bir canavar fışkırır. Ne sakinlik kalır ne asalet. Onca yıllık yaşamında belki de kendisini ait hissettiği, birliğin bir parçası olduğunu düşündüğü inancının yıkılmasından korkar. İnsanların regrese oldukları bölge deniliyor buna. Bu alanlar, yukarıda sözünü ettiğim varlık alanları. Yaşamımız o alana ait bir kişilik oluşturmakla geçiyor.
Gruplara aidiyet duyguları sömürülerek iktidar elde edilebiliyor, güce kavuşuluyor. Eğitimin bilinçli olarak baltalanması büyük bir proje. Kişilikten ziyade, kimliğin kemikleşmesinin sağlanması. Eğitimli birey, sürü bilincinden kendisini kurtararak kişiliğini oluşturmaya yönelir. Bu aşamada, büyük bir sürüden çıkılıp, daha küçük bir sürüye katılırız: meslek.
Meslekler, varlık alanları oluşturmak için çok elverişli etiketler sunuyor. Yetişkinler arasında, kasabalı bir tutum olan; ‘doktor hanım’, ‘öğretmenim’, ‘hakim bey’, ‘komutanım’, ‘paşam’, ‘avukat hanım’ gibi hitaplar, toplumların da varlık alanlarını nereye inşa ettiklerini anlamamızı sağlamaz mı? Bunlar arasında en masumu ‘hocam’ hitabıdır ama kendisine ‘hocam’ denilmesine izin veren bir insanın, ‘hocam’ dediği bir insan yoksa onun hocalığı geçerli olur mu? Şunu demeye çalışıyorum: Kendisi öğrenci olmayandan hoca olur mu?
Bu hitaplar gerekli midir? Derin bir konu, üzerinde sağlıklı düşünmek gerek. Cumhuriyetin ilanından günümüze savunma, sağlık ve adalet sisteminin başından geçenler, kişi ve olaylar konu edilmeden, kavramsal olarak ele alınırsa kendi payımıza düşen ağır bir çözümleme ile başbaşa olduğumuzu itiraf etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Derinleşmeden düşünmek istersek; hitap eden ve edilen tarafından, tutkulu bir biçimde onay gören bu tutumun gerek öznel gerekse nesnel büyük bir boşluğu doldurduğunu anlarız. Öznel olan yan için ‘herkesin derdi kendine’ diyorum. Nesnel yan ise, pek çok noktanın yanısıra, sosyal devletin yokluğuna işaret ediyor.
Ahlaksızlığın defile yaptığı günlerden geçiyoruz. Aklı olmayanın ahlakı nasıl olsun?
İçinde yaşadığımız toplumu, kendimizi ait hissettiğimiz grupları eleştirebilmemiz gerek. Önceleri kaba saba, arsız, densiz olan düşünmelerimize öğütmesi için, başkalarını değil de kendimizi-aidiyetlerimizi verdiğimizde; içinde, hilafsız paramparça olduğumuz bu makina, giderek öğütecek bir şey bulamıyor, ’ben’ ortadan kalkıyor. Yerini, müthiş bir birlik bilincine terk ediyor. Etmiyor mu? Hepimiz deneyimledik bunu ucundan da olsa. Kendimizi kollarına bıraktığımız bir müziği dinlerken, meditasyon yaparken, namaz kılarken, severken, dua ederken, orgazm olurken… Zaman ve mekan bağımızı koparan her şeyle bunu deneyimlemiyor muyuz? ‘Öğütücü makina’ ürkütücü gibi görünse de, tıpkı bedensel boşalmada olduğu gibi, zihinsel boşalmada da alınan bir zevk var. Acı hissi, direnen egodan gelir.
Ahlaksızlığın defile yaptığı günlerden geçiyoruz. Aklı olmayanın ahlakı nasıl olsun?
Şu, başkalarına da yetecek kadar enerji üretebilen nadir insanları; freni olmayan bir arabayı boşa alıp yokuş aşağı gittiği halde hiç kaza yapmayan, hiçbir canlıyı incitmeyen sürücüsüz araçlara benzetiyorum. Hani şu, ortada ciddiye alacak bir ‘ben’ bulamayanları.