Denize yürüyerek giren, plajı, sığ suları, sıcağı, güneşlenmeyi sevenler vardır. Bir de kayalıklardan, soğuk lacivert denizlere atlamayı yeğleyenler; soğuğu, derini sevenler. İlk gruptakiler, atları severler zannımca; bizse yunusları. Yine de, bu yazıda atları anlatmak istiyorum size; Büyükada’nın atlarını değil Büyükadalı atları.

Hüzündür ada, hüzün olduğu kadar ayrıcalıktır. Berzah varlığı olduğunu unutmamaktır adalı olmak. Ayaklar anakaraya basmayacak; donanımlı hastahanelere acil erişim olanaklı olmayacak; yapılan her planda lodosun merhametine sığınılacak olsa da dış koşullara boyun eğmeyi öğrenmiş, özgür bir ruhun ayrıcalığını yaşadığı kişidir adalı. Temkinli        olunacağına dair sözü peşinen almış bir cesaret söz konusudur ne de olsa.

***

Büyükada’da, sonbaharın, giderken almayı unuttuğu hüznün, önündeki bir yılı geçirmek için zavallı bedenimi kullanmaya başlamasının ardından aylar geçmişti. Yaşadığım bölgede hemen hemen kimse kalmamış, kendi sesimi duymayalı uzun zaman olmuştu. O günse, çifte hüzünle, karlı bir ada gününde, her zamanki uzun ve ıssız yürüyüşlerimize çıktığımız bir gündü; saatlerce yürüdüğüm halde kimseye rastlamamıştım. Bu iyiydi. Çifte hüzün ve ben sessizdik. Bize, adanın büyücü kartalının pençelerinde taşınarak çıkarıldığımız ürkütücü yükseklikte, yağan karın sesi eşlik ediyordu. Karla kaplanmış, bol çam ağaçlı bir tepeyi halkalayan kıvrımlı yolda ilerliyorduk. Tepeyi, yolu ve öteki her şeyi kendine râm etmiş soğuk beyaz, henüz örtemediği yeşil çam tepelerinin, fondaki deniz mavisiyle hararetli sohbetinden tedirgin olmuyordu. Buz beyazı, bugün ısıtılamayacağından pek emin, ancak beyaz hilesinin atlarca bozulacağından ise henüz habersizdi.

Çok yakından gelen, boğuk ve giderek artan bir gürültüyü işitmemle tefekkürümün kesilmesi ve ayaklarımın sarsılan toprağa tekrar değmesi bir oldu! Tepenin karlı yamacından eteklerine doğru diklemesine, dört nala akan bir at sürüsüydü oncağız mesafeden geçen. Üveyik kırı, kirli yağız, koyu doru, alaca atlar… Sahne, dolayısıyla senaryo altüst olmuş, yağan kara, atların nallarından havalanan beyaz bir bulut karışmıştı. Tepenin eteklerine vardıklarında yavaşlayarak oynamaya başlamışlar, buz beyazı ise dört nala uygun bir ivedilikle erimişti. Bense deniz yatağına ulaşmış, oyuncu yunusları izleyen bir dalgıç gibiydim; oracıkta, yunuslar ile atların tek farkının bacaklar olduğunu anlamıştım.

Bir vahşi doğa belgeseline bizzat nüfûz etmişçesine donmuş, şaşakalmıştım. Bizim adanın, ezilmiş; sönük bakışlı; hoyratça kullanılmaktan erken yaşlanmış; zayıf bedenleriyle görmeye alıştığım atları değillerdi sanki. Atlar, ürkek, mesafeli hayvanlardır ama adanın atları çifte ürkektir. Çetin koşullarda yaşarlar, sürekli cezalandırılmış bir bedenin gözlerine bakarsınız. Zengin, bakımlı, ayrıcalıklı yarış atlarının şımarık yürüyüşleri yoktur bizim garibanlarda. Kışın, üçerli dörderli çıkarlar karşınıza, aksatmadan yol veren, bir an önce insanla temasın bitmesini isteyen bir acelecilikleri vardır.

Kuytularda dolaşırlarken, “âdetâ” stilinde yürüme özgürlüklerinin olduğu anları paylaşmak istemezler insanla, saklanırlar. Bu nedenle, ya rahvan, ya da dört nala görürsünüz onları faytonlarda. Mesela, bir yarış atı kardeşi gibi, “açık eşkin” kendine hayran bırakacağı türde tırısa kalkışmayı aklından bile geçirmeyen attır, adalı at. Kafacığı hiç okşanmış mıdır, kollarını sardığı boynunda, başını yaslayıp gözlerini kapatanlar olmuş mudur bilinmez.

Dayak yedikleri, kırbaçlandıkları, es kaza yere düştükleri anda yıllarca hizmetine koştukları, boğazlarından geçen iki lokmayı kazandırdıkları insanlar tarafından dövülüp tekmelendikleri doğrudur. O nedenle, adada özgürce dolaşan bir atla karşılaşmak her zaman hüzünlüdür. Gece, yan evde şiddet gören, aşağılanan komşunuzla ertesi gün karşılaşmak gibidir.

Büyükadalı atlar, ezilip sömürülen işçi sınıfı atlardır; bakıcısının göz bebeği, saçları taranıp örülen, pahalı şampuanlarla yıkanan, en nitelikli yiyeceklerle beslenen burjuva yarış atlarından ayrı bir at sınıfıdır onlar. Tam da kendileri gibi, doğuştan dezavantajlı, dışlanan, adanın sakinlerince “dışarıdan” gelen, ayrıntısı sorulduğunda haritanın doğusundan oldukları îmâ edilen, hor görülen bir grup insan tarafından zulmedilir bu atlara…

***

Yazın, neredeyse soluk almakta zorlanacağınız kadar kalabalıktır ada. Hoyrat olduğu denli kentten bunalmış biçare bir kalabalık! Hızlı, yorucu, günübirlik bir ağırlık siner adamızın üstüne.

Aradaki tezat çok şaşırtıcıdır: Hani, Turgut Cansever’in, Alexandre Vallaury’nin yapıtlarının görülebildiği, bir zamanlar Madam Klodetlerin, Mimilerin, Nikoların, Elilerin, Mehmetlerin, Belginlerin birlikte yaşadığı; Troçki’nin, Agatha Christie’nin, Maria Callas’ın konuk edildiği ada mıdır bu?

Neredeyse beden giyen açgözlülük, faytonları çeken atların sırtına yüklenmiştir sanki. Çekebileceğinden daha ağır bir yük, olması gerekenden daha uzun çalışma saatleri, kısıtlı tatil hakkı ve çektikleri onca çileye karşın uğradıkları şiddet dayanılır gibi değildir.

***

Hayvanseverler, haklı olarak, bu şiddete son vermek için çabalamakta, farkındalık yaratmaya çalışmaktalardır. Fakat, çabanın tek hedefle kısıtlı kalmaması önemlidir. Kanımca, verilen yasa önerilerinin harfiyen kabul edilmesi durumunda bile sorun çözüme kavuşmayacaktır; çünkü, söz konusu şiddet, eril şiddettir; atların payına düşenin evlerden arta kalan şiddet olma olasılığı yüksektir.

İncelemelerimde, sorunun bu yönüyle de ele alınması gerektiğinin ihmâl edildiğini, hatta hiç dile getirilmediğini gördüm. Umarım, hakikat, araştırmalarımın yetersizliği ile sınırlıdır.

Burası, kız çocuklarının gelin edildiği, kadına şiddette sicili karanlık, beyaz toroslara bindirilen kişilerden bir daha haber alınamayan, toplu asit mezarlarının kazıldığı, cinsiyet ayrımcısı bir ülke. Şiddet sarmalından, saldırganın eğitimi planlamalara dahil edilmeden çıkamayız.

Türkiye’de, her gün en az bir, bazı günler üç kadın öldürülmekte! Uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’nin, ülkemiz tarafından çekincesiz imzalanmasının üzerinden altı yıl geçti. Bunun hemen ardından, güçlü bir yasa olan 6284 yasası geçti. Buna karşın  şiddet devam ediyor. Ne yazık ki, Türkiye’de kadın sorunu denilince hâlâ ve yalnızca ilk ve en kaba aşama olan fiziksel şiddetten söz ediliyor.

Uygulamalar göstermiştir ki, şiddet, yukarıdan inme yasalarla çözülebilen bir sorun değildir. Şiddet uygulayan kişi, hastadır, tedavi edilmeli ve eğitilmelidir. Şiddet mağduru kadınlar, şikâyetlerinin işleme alınması sırasında ve izleyen aşamalarda, ara kademelerdeki memurların bilinçsizlikleri nedeni ile sorun yaşadıklarını bildirmektelerdir. Hatta, pek çok kadın, gördükleri caydırma baskısından yıldıkları, yoruldukları için şikâyetlerini geri çekmektelerdir.

Bu işlemlerin, mağdurun bir at olduğu durumlarda daha başarılı yürütülemeyeceği çok açık. Hayvan haklarını korumak için yasal düzenlemeler yapılmalı, bu yönde girişimlerinden vazgeçilmemelidir. Yalnızca yasal düzenlemelerin sağlanması ile eril şiddetin önüne geçilemediği deneyimle sabit olduğundan; gerek saldırganın, gerekse de memurların eğitimlerine yönelik çalışmalar başlatılmıştır ve olumlu sonuçlar alınmaktadır. Kadın hakları örgütlerinin toplumsal cinsiyet konusunun zorunlu ders haline getirilmesi yönündeki çabaları sürmektedir.

Yakınma konuşmalarının geride bırakılıp, yasal çözüm arayışlarına girilmiş olması sevindirici olsa da; her türlü maddî ya da manevî şiddetin yalnızca yasalar bazında düzenlemelerle önlenemeyeceğine Adalar Sürdürülebilir Ulaşım Çalıştayı’nın son raporunda şöyle değinilmiştir:

“Sadece yakınma sohbetleri düzeyinde kalan bu etkisiz söylemlerin, sadece piyasa aktörlerinin kırıp dökercesine yarattığı bu kaos ortamına bir çözüm getirmesi doğaldır ki beklenemezdi. Bu kontrolsüz gelişmenin sorumluluğunu sadece otoritesizliğe bağlamak ve çözümlerin kuralların uygulanması ile gerçekleşeceğini sanmak da yeterli değildi.”

Yasal düzenleme çalışmaları hızla ve ısrarla sürdürülürken alınabilecek ek önlemler şöyle dizinlenilebilir:

  1. En hızlı ve en etkin çözüm için elektrikli fayton kullanımına geç
  2. İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Adalar Belediyesi’nin, faytoncular için ortaklaşa eğitim seminerleri düzenlemeleri.
  3. Adaya at giriş çıkışlarının yeniden düzenlenmesi, ruhsatlandırma, tarife gibi uzun zamandır çözüm bekleyen sorunların ele alınması.
  4. Faytoncular Derneği’nce, faytoncu temsilcilerinin seç Bu temsilcilerin hayvan haklarını koruma dernek temsilcileri ile düzenli olarak toplanmaları.
  5. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin çipli olan atlar ile ilgili raporlarını düzenli olarak takip edecek, çipli olmayan ve uygunsuz koşullarda çalıştırılan atları kayıtlandırıp, çipli olan atların raporları ile birlikte değerlendirecek bir Ada Gönüllü Grubu’nun oluşturulması.
  6. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin, faytonculara eğitim seminerleri düzenlemeleri konusunda istek ve toplumsal duyarlılık baskısının oluşturulmasına yönelik basın çalışmalarının, yine Ada Gönüllü Grubu tarafından takip edilmesi.
  7. Atlar için verilen veterinerlik hizmetinin yeterliliğinin sorgulanmasını takiben, bu hizmetin kayıtlı ve kontrol edilebilir bir biçimde sürdürülmesinin sağlanması.
  8. Splendid Palas gibi büyük otellerden, işletmelerden faytoncular; aileleri; Ada Gönüllü Grubu ve dileyen ada sakinlerinin katılabileceği hayvan sevgisine yönelik filmleri izleme, birlikte çay içme gibi etkinliklerin elbirliği ile ayda bir kez gerçekleştirilebilmesi amacıyla destek

Uzlaşmacı kültür olanaksız görünse de bir ütopya değil. Faytonculardan sâdır olan eril şiddeti, tepeden inme yasalarla kontrol edebilmek olanaklı görünmüyor. Faytoncular dışlanmamalı ve sorunun çözümüne katılmalılardır. Anımsayınız: Neredeyse yüz yıl önce köylü çocuğunun önüne piyano konulması, eline keman verilmesi, ortaklaşa bir düşün uygulanışı; âdetâ, bir ütopyanın dirilişiydi.

Hâyâl kurmaktan, olası ütopyalara düşünce alanında varlık vermekten neden çekinelim? New York Times tarafından “Art Nouveau lezzetinde bir düğün pastası” olarak betimlenen  Splendid Palas’ta, faytoncular, aileleri ve ada sakinlerinin birlikte çaylarını yudumlarken, “Planet Sauvage” izlediklerini hayal ediyorum. Şimdilik bizi bir yerden ötekine taşıyan atlar, günün birinde gönüllerimizi de birbirine taşırlar, kim bilir…

Sütçü beygirlerinin özgür kısraklara, acaib-i masnuat aygırlara dönüştükleri gözlerimden esirgenmemişken, insandan ümidi kesmek ne haddime!