Bu yılın mart ayı başında önemli bir deney sonucu açıklandı. Nesnel gerçeklik diye bir şeyin olmadığını gösteren bu sonuç, şaşırtıcıydı. Konuyla ilgili yapılan açıklamalar yetersiz kaldı. Binlerce sayfa yazıldı, ama ne olup bittiğiyle ilgili bir türlü tatmin eden bir anlayışa ulaşılamadı. Öznel ve nesnel tanımlarının, “bana göre” anlayışıyla yapılıyor olması, karmaşık durumu daha da karmaşıklaştırdı.
Sıradan vatandaş için öznel olan düşünce, nesnel olan ise dış gerçekliktir. “Sıradan” sözcüğüyle yapılan atıf, ancak pozitivist eğitimle ulaşılan, yetersiz düşünce seviyesinedir. Bir fizikçi, biyolog, avukat, sosyolog, doktor olmamız, kavrayışımızda değişiklik yaratmaz.
Şöyle deriz: “Yalnızca bir düşünce” ,“Alt tarafı bir fikir.”
Kalkılan yer burası olunca, nesnel gerçeklik dediklerinin de, “dışarıda” olan olduğu anlaşılır. Hemen, bilim âşığı, emin bir tavırla eklenir: “Bak gerçek işte, dokunuyorum, görüyorum, duyuyorum…” Bu sırada, dışarıdaki en yakın eşyaya işaret ediliyordur. Aynı hızla devam edilir: “Ben, bilime inanırım kardeşim; iki kere iki dört eder, kesinlik ararım!”
Oysa bilim, “dışarıda” olandan, nesnel zannedilenden yansıyarak, duyu algılarımıza çarpan verilerin, bilgi olarak doğruluğundan kuşkulanarak işe başlar. Öyle olmasaydı, Madam Curie’nin neden öldüğünü bilemezdik. Radyoaktif maddeleri, bir zamanlar olduğu gibi çok yararlı diye bebek sabunlarına, yüz kremlerine eklemeyi sürdürürdük. Bu hastalığa, şu maddenin neden olduğundan kuşkulanmak, neden-sonuç ilişkisi kurabilmek, düşünmeye başlamaktır. Radyoaktif madde, dışarıda uslu uslu oturmaktadır. Görebildiğim, işitebildiğim, dokunabildiğim bir zararı yoktur. Bilimsel yöntem oluşturmak, düşünce alanında kesinlik arayışıdır. Dış dünyada, kilo, birlik, yasa, ölçü vs. yoktur. Doğadaki kuvvet, akılda yasa kazanır; yerçekim kuvveti, yerçekim yasası gibi.
Deneye dönersek, bunu, önce bir düşünce olarak ortaya koyan kişi, Nobel ödüllü E. Wigner’dir.[1] Bu deneyi anlamak için süperpozisyonun, çift yarık deneyinin ne anlama geldiği ile tanışık olmamız iyi olur. Atom-altı düzeyde, gözlemin, gözlenilenin yapısını değiştirdiği saptanmıştı; dalga yapısı, gözlem altına alındığında kesikli hâl alıyordu. Gözlem yapanın bir elektronik sayaç olduğu unutulmamalı! Bu şu demekti: Dalga yapısı, “gözlemci” devreye girdiğinde çöküyor, kesikli yapı kazanıyordu. Böylece ışığın, hem dalga, hem de parçacıklı bir yapıya sahip olduğunu anladık.
Wigner, “Wigner’in Arkadaşı” olarak adlandırılan deneyinde şunu öne sürmüştü: Laboratuvarda bir kişi ve laboratuvarın dışındaki bir kişi, aynı anda, aynı fotonu gözlemlediğinde, laboratuvardaki kişi, süperpozisyonun kalkarak, fotonun dikey ya da yatay konuma geçtiğini gözlemlerken, dışarıdaki gözlemci için foton hâlâ aynı konumda olacaktır. İşte, 1961 yılında ortaya atılan bu fikir, doğrulanmış oldu sözünü ettiğim deneyle.
“Nesnel gerçeklik diye bir şey yok mu, o hâlde?!”, “Elimdeki bardak, başkasına göre bardak değil mi, o zaman?!” Yorumların hemen hemen tamamı bu çerçevede yapıldı. Herkesin kafasına göre takıldığı bir dünya, günümüzün usandırıcı öznelliğine pek yakışırdı. Oysa, ilk soru şu olmalıydı: Nesnel nedir?
Nesnel ile kastettiğimiz nedir? Düşüncemizin nesnelliğe karşı tutumu, yaşamımızı belirler dersem abartmış olmam. Bunun farkına varırsak, “kader” denileni de, belirli bir ölçüde kavramış oluruz. Bu tutumları inceleyenler, bireylerin üç tür nesnel tanımının olduğunu söyler:
Birincisi: Dışsal olan şey, anlamı taşıyandır. Burada öznel olan sanılarımız ve benzerleridir.
İkincisi: Evrensel ve zorunlu olan. Duyu algılarımıza çarpandan, tikel olandan, öznel olandan ayrı olan anlamı taşır.
Üçüncüsü: İşte iş burada karmaşıklaşıyor. Çünkü, bu aşamada, “kendinde ayrı olandan ayrı olarak” gibi zor bir tanım giriyor işin içine. Var olanın, düşünülen kendindesi anlamında.
Eğer sizin gerçek/nesnel dediğiniz dışsal olan ise, bilimin özünün bu olduğunu düşünüyorsanız, atom-üstü örgütlenmeden kuşku duymanız olağan. Bu tip kuşku, bu deney sonucu karşısında, “Yoksa bardak, bardak değil mi?” demekten başka bir şey üretemez. Oysa, düşünme ile tasarım, bu aşamada ayrılır birbirinden. Dışsal olan, sonlu ve koşulludur. Dışsal olan her şey geçicidir, nedenini kendinde taşımaz. İşte gerçek felsefe, deneyime dayanan, duyu algılarımıza çarpanla yetindiğimiz bu yanı gerçek olarak ele almaz. Antik Yunan kuşkuculuğu, “eşya”dan kuşku duyardı, soyut kavramdan, düşünceden değil. Hatta Hume kuşkuculuğu bile, bizim anladığımız biçimde, evrensel ve zorunlu olanı yadsıyan bir kuşkuculuk değildir.
Bunu anlamadan, nesnelin ne olduğunu nasıl tartışacağız? Hatta bu aşamada somut ve soyut sözcüklerinin de sandığımız/ inandığımız anlamı taşımadığını görürüz. Derin düşünme, tefekkür okyanusunda “bu bardak somuttur” tanımının, nasıl da karşıtına, soyuta dönüştüğünü kavramadığımızda elimizde şu olasılıklar kalır:
Gündelik kaygılarla örülmüş yaşama geri dönmek.
Düşünmeyi boş bir iş olarak görmek (felsefe, üvey evlat olmaya devam eder).
Daha önce filozoflarca üretilen düşünceleri yazmak, dile getirmek.
Atom-altı örgütlenme ile atom-üstü örgütlenmenin yasalarının farklı olduğunu anımsamakta yarar var. Etrafımızda gördüğümüz, dokunduğumuz her şey, bedenimiz de dahil olmak üzere atom-üstü düzene ait. Bu bölgede var olan her şey, determine olmuş, belirlenmiştir. Atom-altı bölge ise kaotiktir, düzensizdir. Literatürde denk gelmediğim, yalnızca Metin Bobaroğlu’nun toplantılarında dile getirdiği, özgün bir düşünceyi sizinle paylaşmalıyım. Kendi, “Düşüncenin atom-altı bölgeye ait olduğunu,” söyler. Şöyle ki: Bedenimiz düzen (kozmos) alanına aitken, düşüncelerimiz düzensizlik (kaos) alanına aittir. İnsanın huzursuz bir varlık olması, ontolojik temellere dayanıyor. Düşünce bölgesi, tam bir kaotik çorba, ki bu bize aynı zamanda özgürlük olanağı veriyor.
***
Fizik ile felsefeyi, felsefe ile biyolojiyi, insan ile Tanrı’yı aynı tümcede anarak; ama hepsinden önemlisi kendimi kendime davet ederek; bu deneyin ve öteki atom-altı fiziği deneylerinden elde edilen sonuçların, düşünen bir varlık olarak insanın, belki de tek hakikatinin düşünmek olduğuna nasıl işaret ettiğine de değinerek yazıma devam edeceğim. Bu konular, yalnızca bir tarafından tutulduklarında anlaşılması olanaksız konular. Deneyle ilgili yorum aşamasına geçmeden, okurların bu yazıyı, bu kitapta yer alan şu yazılarla birlikte değerlendirmelerini öneririm:
“Celal Şengör ve Tutsak Aklımız”
“Fizikçilerden Daha Hızlı Anlayan Hippiler”
“İçimizde Yaşayan Hayalet: Epigenetik”
“Bilgeliğe Giden Yolda Modern Fizik”
“Diyalektik Nedir?”
***
Tam iki yüz yıl önce, “Kant, aşılmıştır,” deniliyordu. Kant ise deney sonucunda bizi zorlayan görüşü çoktan aşmıştı! Dışsal olana, nesnel demiyordu. O zaman, biz, bu deney sonucuna bakıp “Evet, çok önemli bir gelişme,” demekle yetinecek miyiz? Nesnel, öznel, gerçek, hakikat gibi kavramlar bizde tam olarak oturmamışsa, düşüncemizi felsefenin doruk noktasına taşıma çabamız yoksa, nasıl katlanacağız bu sonuçlara? Bugün içinde yaşadığımız gerçekliğe nasıl katkıda bulunacağız?
Kant felsefesinin, görgücülerle ortak yanı, bilgi kaynağı olarak deneyimi almasıdır, ama bu, bilgileri gerçeklik olarak adlandırmaz. Görgücülük, her zaman, “olmuş” olanla kısıtlıdır ve tekil bir çıkarımla yetinir. Her şeyi, salt bilimle açıklamaya çalışmanın Don Kişotvâri havası bundan kaynaklanır. Evet, bilimden anlamak bir ayrıcalık yaratır, lâkin yaşam boyu bir ayrıcalık peşinde koşturmak çocuksu bir tutumdur; insan, hakikatini merak etmez mi hiç?
Kant, a priori olanı devreye sokarak, deneyimde evrensellik ve zorunluluğun hakkını verir. Bu, bizi, anlak ve us tanımına, daha doğrusu, ayrımına getirir. Bunlara, eskiden ne denildiğini anımsatayım önce: Anlık, zihin; anlak, zekâ[2]; ân, düşünme yetisi; us ise akıl olarak adlandırılıyordu. Zihin, her zaman tikel ve sonlu olan ile; akıl ise her zaman tümel ve sonsuz olan ile ilgilenir.
Bilincimizin içeriğini önemsememek, “alt tarafı bir düşünce,” diyerek, düşüncenin sanki bizim tarafımızdan konulan, yönlendirilen bir şey olduğunu zannetmek (zan, sanı) işte bu, zihne kısıtlı düşünme nedeni iledir. Ancak tasarımsal düşünme, keyfîlik barındırır. Zihin için olağandır; aklı tanımaz. Düşünme ediminin “kendinde” yasalı olduğunu anlayamaz. Geometrik kavramların anlaşılması, düşünmenin içsel/kendi yasalarının takip edilmesiyle olanaklıdır. Her kavram böyledir. Verstand ve Vernunft ayrımı olarak tartışılan bu ayrım, zihnin, aklı tanıyamadığı gibi bir de onu küçümsediğinden söz eder. Bilim fanatikliği, bu körleşmeden kaynaklanır. Bu kritik geçişin öğretilebilir bir şey olmadığından söz eder filozoflar. Kısır ve usandırıcı felsefe tartışmaları burada tıkanır. Öğretilemez… Hegel’in anlaşılamaması; “Hegelci” olup Kant’ı anlamamak; Spinoza karşıtlığı gibi “düşünce çelmeleri” bu sorunsalla ilişkilidir. Bilincin, gözlemci olarak deneye katılımı gerekmektedir. Düşünme, işine geldiği yere kadar kendini, kendi düşünmesine nesne olarak verecekse, düşünme deneyi tıkanır. Bu arada biz, Vernunft konulu seminerler veriyor olabiliriz!
İşte bu durum, yazılarımda niçin ısrarla zihin ayrımına değindiğimi açıklıyor. Zihin bölgesi, konserve bilgiyi kullanır. Kavramın içeriği deneyimle desteklenmiyorsa, sonuç sürekli çökmüş dalga olacaktır. Özgün düşünce üretmek, hakiki bir doktora tezi gibidir; daha önce söylenilmemiş olanı bulup söylemek! Bu, olanaksıza yakındır. O hâlde, biz bu kısıtlı hâlimizle ne yapacağız? Nasıl kurtulacağız bu zihinden? Sokrates, felsefe yapmayı, ölümle bir tutmuştu. Neden korkuyoruz? Zihnin monoloğundan muzdarip, yoğun bakım müdâvimleri değil miyiz?
Bir yaprak, bir kalem, bir kamyon, atom-üstü örgütlenmeye işaret eder. Farklı yapı şu anlama gelir: Elektronların dizilimleri ile sayıları farklıdır. Bir terliğin artık bir makas olma olasılığı yoktur. Onlar, belirlenmiştir. Düşünce bölgesi ise olasılıklar okyanusudur. Kavrama, içeriği dışarıdan verilmişse, süper pozisyon olasılığı kaldırılmış gibi düşünebiliriz. İşleri iyice zorlaştıralım, usun/aklın bile yeterli olamayacağı, “erdem” kavramını örnek olarak alalım. Dışarıda erdem yoktur, bakarak öğrenilemez. Ona, başkaları tarafından yüklenilmiş anlamla “erdem” konulu seminer verebileceğimiz hâlde, erdemli olup olmadığımızı düşünmemiş olabiliriz. Erdem, « giyilen” bir kavramdır. Kavranılması, deneyim olmadan olanaklı değildir. Hukuk normlarımızı, erdem yoksa oluşturamayız. Bu özsel ilişki nedeniyle, yurttaşı erdemsiz olan memleketin adâlet sisteminin işlemeyeceğinden söz edilir. İçselleşmesi, uygulanmasına bağlıdır. Uygulama yoksa, kavram yoktur.
Ben, doğrudan erdemli olduğumu varsayarsam, düşünme potansiyelimi (süper pozisyon) ortadan kaldırmış olur, “mış” gibi yaparım, erdemliymiş gibi. Oysa, kendimizi gelecekte inşâ ederiz öncelikle. Platon, burada, intellectus’u devreye sokmuştu: “İdea”ya bağlı yaşam. Örneğin, erdemli olmak, bir ideaya bağlanarak gerçekleştirilir. Aksi takdirde, “sana göre erdem”, “bana göre erdem” deriz. Düşünme potansiyelini, hakiki “ben”i yok etmiş oluruz. Edim, işte bu ikili birliktir; insan, düşüncenin “süper pozisyonunu” bazen yıllar alan eylem-söylem dengesizliklerini kendinde gözlemleyerek, kendi malı haline getirir. O âna, idrak ânı denir. Tinin tözünün özgürlük olmasının anlamı budur. Tin, dışarıdan gelen hiç-bir-şeyi kabul etmez. Deneydeki iki kişi de biziz; bunu yapan, iki kişiyi de gözlemleyebilen bilinç olarak “ben.”
Filozofların, kadim öğretilerin, “kendini tanı,” dedikleri yer. Düşüncesine, düşüncesini, nesne olarak vermiş insan! Bu dalganın kırılması, “idrâk” ânı denilen önemli bir konudur. İdrak, her zaman öze aittir, dışarıdan verilemez. İsmail Emre, bu nedenle, “İnsan, bir idrak varlığıdır,” der. Bu işi kendimiz başarmak zorundayız. Bir bilge bulursanız, onun sessiz kalmayı yeğlediği yerlerin sıkı takipçisi olun. Bir bilge, dalgayı (potansiyelinizi) sizin için özenle korur. Tasavvuf geleneğimizde, hakiki yol ehli, dalgayı çökertmeden sizinle ilgilenir. Sizin potansiyeliniz, onunla olan ilişkinizin türünü belirler. Buna boyun eğmelerinden kaynaklanır zarâfetleri.
Sevgili okur, yazılarımda bir şey öğretmeyi hedeflemiyorum. Belirli bir uzmanlık alanında yazmıyorum. İçine, değişik malzemeler koyduğum bir yemeğin, damağımda bıraktığı lezzeti sizinle paylaşıyor, soframa buyur ediyorum. Bir şölen değil belki, ama sunduğum her şeyi, yaz kış demeden kendi bahçemde yetiştirdim. Bir menemen bile pişirsem bana çok lezzetli gelmesi bundandır. Allah’a şükürler olsun, ziyâfet sofralarında ağırlandım, aradaki farkı bilirim.
“Özgürlük, önyargısız düşünebilmektir.”, “İnsan, özgürlüğe mahkûmdur.”
[1] Eugene Wigner, (1902-1995), Macar fizikçi, matematikçi, 1963 yılında, atom çekirdeği ve temel parçacıklarının kuramınına temel simetri prensiplerini uygulayarak yaptığı katkılardan dolayı Nobel Fizik Ödülü’nü almıştır.
[2] Verstand’ın, zekâ olarak çevrilmesinin ne derece doğru olduğu, Türkiye’de felsefeyle uğraşanların düşünmesi gereken bir konu. Gerçek anlamında, zekâ, tepe noktadır, gündelik kullanımı ise bundan uzaktır.