Büyük bilge, matematikçi, sanatçı, notaların kâşifi, mistik, metafizikçi Pisagor’un; insanın yarım bir elma olarak doğduğundan ve yaşamın, elmanın öteki yarısı olacak Dost’u aramakla geçtiğinden dem vurduğu, anlatılır.

Öyle bir yarımlık duygusu ki, dünyasal hiçbir tatmin onu yok edemesin; öylesine güçlü. Bazı şeylerin eksik olduğunu, kesintisiz sezdiğimiz; öleceğimizdense emin olduğumuz bir yaşam. Deliliğe davetiye.

Tamamlanmaya çalışmak, ne olduğunu bilmediğimiz bu eksik yanın yönetiminde bir duygudur âdetâ. “Bu da değil”i motto edinmiş yanımız. Tuhaf bir biçimde, olması gerekenin ne olduğu konusunda da derin bir sezgimiz vardır, dolayımlanmak için baskı kurar. “Akıl, yanıltmayacak, gönül de aklı tekzip etmeyecek”. İnsan olmaya lâyık bir denge.

Ayna kırılmış olsa bile her parçadan yansıyan bütündür. Aklın, parçada, bütünü gördüğünü söyler Mevlâna. O hâlde eklemekte sakınca yok, zihinse bütüne bile baksa parçayı görecektir. Mevlâna bugün yaşasaydı, fizikçi dostları olurdu “anlatın hele” derdi, “şu hologram evren modelini, hele bir anlatın.”

Kant, akıl sağlığından olma pahasına boğuştuğu kuşkucu felsefesinde, şu sonlu ile sonsuzluk diye özetleyivereceğimiz açmazı aşamamıştır. Ona göre, sürekli olarak “bir bu yan, bir de öte yan” olacaktır. Bu, arayı kapatabilme uğraşına, bireşime, bütünlüğe ulaşabilme çabasının ilk etabına “Tevhîd-i İlim” denilir gelenekte. Daha sonra, tevhîd ettiğimiz ilmin ahlâkına bürünmemiz istenilir. İman ise sonra gelir. Çünkü, iman, kendine imandır. Düşünen, hisseden, eyleme geçen ve bunun sonunda/ahiretinde, kendinden râzı olan ben. İsmail Emre, kafamızı yastığa koyduğumuzda kurulan mahkemeden söz eder. Mahkemeyi kuran, sen; suçlu, sen; yargılayan, sen; hâkim, sen… Sonra derler, uyursun, rüyanda; gören, sen; görünen, sen; kaçan, sen; kovalayan, sen. Ne büyük çelişki, Ya Rabbi! Kaçış ya da tahliyenin olanaksız olduğu bir hapishane.

İlm-i tevhîd, ulaşılan bu doruk, İbn-i Arabî ve Hegel’den okunabilir. İstisnasız olarak, ele aldıkları her konuda, tevhîde işaret etmişlerdir. Hegel’de, bu, sistematize olmuş bir biçimde, ansiklopedik olarak okunur. Anlayışını, hem hâl etmiş, hem de halletmiş (düğüm çözmek) özgüvenli kişiye ermiş deriz; ulaştığı, erdiği, kendidir; kanıtı, tohumu içeren ergin meyvedir. Yukarıda sözü edilen eksik, yana kavuşanlardır erenler. Felsefe profesörü, Hegel uzmanı, Hegel’i anlamakta zorlanır; ermişe anlatın, heyecanlanır. Öz hâlini, yolunun haritasını ilimde tanır zira. Sofuya, Hegel deyin, “kâfir” der, ezberini tekrarlar. Oysa, kâfir olan, küfür/küfr örtülü, gizlenmiş olan kendidir. Örtülü, gizli olan bir türlü ulaşamadığı, öteki yarısıdır. Tevhîd, kendini tanımaktır; bazen küll’de, bazense cûz’de; kâh ilimde, kâh ilmin işaret ettiğinde; ha içeride, ha dışarıda; hem yeryüzünde, hem de gökyüzünde, ama dâim kendinde.

Sonlunun, sonsuz ile karşı karşıya gelerek olumsuzlandığı, sonra yeniden (zorunlu) sonlu olarak belirlenim kazandığı düşünme biçimleri için Hegel: “Çok yüksek, hatta en yüksek şeyle karşılaştığı zannına kapılır… Sonlunun, bir yanda, sonsuzun ise öte yanda konumlandırıldığı sonsuzluk, kötü sonsuzluktur” der. Çünkü, gerçek sonsuzluğun bununla bir ilgisi yoktur. Hegel, “uzayın sonsuzluğu” gibi konuşmaları, “pek çok boş bildirim” olarak değerlendirir. “Sonsuz uzay” dediğimizde, uzayı, sonsuzlukla belirlemiş, eş deyişle sınırlamış oluruz. Bu belirlenen, uzay değil uzamdır artık. Uzay kavramının içini doldurmamız gerekir. Uzay nedir? Uzam nedir?

Din-felsefe; akıl-vâhiy; Ruh-beden; Tanrı-insan çatışmalarının kaynağıdır, sonlu sonsuz çelişkisi. ‘İki bin beş yüz yıllık felsefe tarihinin temel sorunudur desek’, abartmış olmayız. Bu tür tartışmalarda taraf tutan, yalnızca bir yöne işaret eden herkes, henüz ilim aşamasında bile bütünlüğe ulaşamamış olanlardır. Hâli giyinmeyeni, dışarı fırlatan bir felsefedir Hegel’inki.

Yasama, yürütme, yargı ve İslâm” başlıklı yazımda değindiğim, zemin sorunu, çok önemli bir sorundur. Çoğu tartışma, yeterli zemin olmadan sürdürülmeye çalışılmaktadır. Oysa, özellikle her aydının, her dindarın önemle üzerinde durması gereken bir konudur. Bilgi ve/ya da deneyim, yeterli zemini sunabilmelidir. Tuttuğumuz her şeyin elimizde kaldığı duygusunu yaşadığımız günlerden geçiyoruz. Sağlam zemin eksikliğinde, binalar yıkılıp duruyor. Öteki yarımızı arama çabasında kullanacağımız libidinal enerji, yalnızca beden düzeyinde ifade bulabiliyor. İçimizdeki deprem bölgesini örtmek/küfr, başkasına göstermemek tek çabamız olmuş. Ne yazık!

“Sonsuzluğa doğru adımlayarak kendini sonludan kurtardığını sanmak, gerçekte, kaçarak kurtulmaktır. Kaçan ise henüz özgür değildir, kendinden kaçtığı ile koşulludur.” Özgürlüğü hedefleyenin mottosu olabilecek bu belirlenim, ne kabul edilecek, ne de reddedilecek bir öte yan olduğunun ilmen ortaya konuluşudur. Ölmeden önce ölmek, fikren ölmektir denilir. Dengesiz olandan kurtulmak. Önce delirip sonra ölmeyenden dost olur mu hiç! “Ben, halkımı, hak bilirim, dedikleri deli benim” diyen Pir Sultan, delilikle velîlik arasındaki ince çizgiyi ne güzel anlatmış. ‘Velî’, dost demektir. Âzîz Dost… Âh be Cânım Kant! Âh be Cânım Nietzsche!

“Gerçek sonsuzluk, başkasında, kendi ile kurulan bağıntıdır; eş deyişle, bir şey başkasına geçişinde, salt kendi ile biraraya gelir” der Hegel. Arabî ise, mutlak tenzih ve mutlak teşbih aramamızı, İslâm’ın beynettenzih vetteşbih olduğunu anımsatır. Buradaki byn kökünden, beyin, beyan türer. Byn, iki şeyin arasıdır. Felsefede beyan, kavramdır. Beynimizin sağ ve sol loblarını ilişkilendiren sinir ağı, Corpus callosum, beyndir*. Eril ve dişil iki lob. Şu yazımda da onları bir etme çabasını dile getirmiştim: “Kan, sahiplenir; erkek, teslim olur

Ne diyeyim Sevgili okur… Ben, sürekli aynı kaygıyla yazdım. Ne aradığımı anlattım, neyi bulamadığımı. Anladım ki, konu ne olursa olsun, anlatma gereksinimim, kendimi anlama çabasıymış; dinleyene geçip sonra kendime dönmekmiş. Anladım ki, susmak, susabilmek, dorukmuş: nezâketin zirvesi. Talebena vecedena, sessiz soruları, soru olmayan seslerden ayırt edebilmekmiş.

Tek sen kalsan bile sana hep yazacağım…


*Kaynak, Metin Bobaroğlu