Kalıcı söz söyleme üzerine yazmak istiyorum bu hafta. Üzüm suyu, metaforumuz olsun, bunu kalıcılık bağlamında ele alalım: taze üzüm suyu, üzüm sirkesi, sofra şarabı, yıllanmış şarap.

Üzüm suyu serinletir, canlandırır. Üretilmesi kolaydır, evlerde yapılabilir. Tüketilmesi için zamana gereksinim yoktur; hatta, fazla bekletilirse bozulur. Üzüm suyunu içip markasını merak eden pek olmaz.

Sirke, her yerde kullanılmaz. Evlerde üretilebilir. Tüketilmesi için az da olsa zaman geçmesi gerekir. Doğru kullanıldığında, “olmazsa olmaz” bir lezzettir. Aşındırıcıdır, uzun temasta kirece düşman, organik olanı ise solduran.

Sofra şarabı, bilen bilir, “bu fiyata, bu kalite” dedirtir. Evde üretmek, donanım gerektirir. Tüketmek içinse birkaç yıl. Seramik ya da cam ama illâ bir sürâhide sunulur. Su bardağında tüketilir. Hani neredeyse, onunla susuzluk bile giderilir. Merkezde değildir ama ortama atılan çıpadır. Masayı teşrif etmez o, sofra olacak ki, lütfetsin. O varsa yol vardır, yolcu vardır, yolculuk vardır; o varsa gürültü vardır, müzik vardır; o varsa gözyaşı vardır, kahkaha vardır.

Yıllanmış şarapsa, adı üstünde zaman ister, upuzun yıllar geçsin ister. Seyrek bulunan, bulmak için aranılması gereken, çok pahalı bir şarap, sunumuna ritüel ister. O, içilmez. Kendini yudumlayacak olandan dirimlilik ister. Yıllanmış şarap, başka iş yaparken içilmez. Başka tüm işler, şeyler, onun etrafında örgütlenir. Sıradan birinin anlam bulacağı, anlamı vereceği, değerini bileceği bir ritüel değildir. Bu seviyede, çok önemli bir unsur ilk kez girer üzüm suyunun yaşamına: etiket. Hangi ülkede, hangi yılda, hangi bağda üretilmiştir? Âidiyetini sormazlar mı? Otuz yıllık olmak, üzüm suyunu kurtarmayabilir bu bağlamda. Üretildiği bağda, toplanıldığı mevsimde iklim koşulları nasıldı acaba? Bir yudumda anlar bunu degüstatör. Binlerce yıllık bir geleneğin aktarımıdır anladığı. Doğayı dönüştürerek ortaya koyduğu ürünü, emeğini kültür olarak duyumsayan kişi; bu kültürde doğmuş, onu yaşantılamış ve gelecek kuşaklara aktarmıştır. Yoğurda, ekmeğe çalınan mayaya da kültür denildiği gibi.

Siz yemeğinize uygun şarabı değil şarabınıza uygun yemeği seçerken; yaşamın kalabalığı, kabalığı arasında ezilenlerden, dudak bükenler olacaktır illâ! Beş parasızken, parasızlıktan nefesi kokarken, Hegel’in nasıl da Château Haut-Brion şarapları peşinde olduğunu okuduk. Dudak mı büktük? Yok canım! Aksine, “hah şimdi oldu” dedik. Düşüncenin doruğuna talip olmak bir sorumluluktur; tıpkı, yaşamayı değil iyi yaşamayı istemek gibi.

Konuşmak ve yazmak da böyledir.

Üzüm suyu, gündelik olan, emek gerektirmeyendir. En önemlisi, içilmese de olur. Yazmasan, söylemesen de olur.

Sirke aşaması, uzmanlık aşamasıdır. Sanatsal bir yaklaşım ve sabır gerektirir. Sirke tam da kullanılması gereken yer için üretilmiştir. Biz, onu, işinde tanırız. Onu değerlendirebilmemiz için bir bağlam içinde sunulmuş olması gerekir. Uzmanlık alanları gibi. Yoksa, bir doktorun hukuk alanında atıp tutması misâli, ekşi bir tat bırakır. Şarap taklidi yapan sirke olur mu hiç?! Yaşamında bolca sıkıntı mı var?: Gerekmedikçe konuşma.

Sofra şarabı, konuşma ve yazmada aklın devreye girdiğini gösteren aşamadır. Uzmanlık alanı dışında da ilişkilendirme yapılabilmektedir. Beden, ruh, akıl; bilim, din, felsefe kolayca ilişkilendirilebilir, geçişler ustalıkla yapılabilir bu aşamada. Etrafında, kendiliğinden toplanan kalabalıklar olmaya başlar. Cem edebilme, biraraya toplama yeteneği gelişmeye başlamıştır ama onları birarada tutmaya yetmez. İşlevi, henüz yetersiz olan kendinden olduğu kadar etrafından da kaynak alır. Bu aşamaya ulaşmış konuşma/yazma gücü, yayılmak ister, üstünlüğünün farkındadır. Sofra şarabı gibi, cazip ama eksiktir. Yıllanmış şarap taklidi yapmadığı sürece tamdır. Yıllardır sofra şarabı olarak sunulduğuna içerleme: Vefânı kontrol et. Ne zaman konuşsan, ne zaman yazsan, “mal”, sana ait edâsındasın. “Üzümü bu beden üretti” tavrına tanığız.

Yıllanmış şarap, hem üreten, hem de tüketen için öncelikle emektir, binlerce yıllık bir aktarımın bedenlenmesidir. “Herakleitos konuşunca, dinleyenler arasında bayılanlar olurdu” derler. İsmail Emre sohbetlerinde, kuşların, tellerin üzerinden patır patır düştüğüne tanıklık edenler var. Kelâm ile çok yüksek bir enerji açığa çıktığı söylenilir. Deneyimleyene ne mutlu. Yıllanmış şarap, ilk yudumda içilir, hani o senin olmadığın ilk yudum. O, sofrada üzüm suyu, tatlıda sirke, salatada sofra şarabı ve etin pişirilmesinde kullanılabilir ancak; oradalardır ama sessizce. Peygamber sofraları metaforik anlatımlardır.

Mesafenin kalktığı zamanlarda yaşıyoruz. Eskiden, Çin’e gidip alacağımız kitaba aynı gün, belki de aynı saatte ulaşıyoruz. Sır yok artık, tüm bilgiler ortada. Bilgelik ve bomba üretimini aynı anda İnternet’te bulabiliyoruz. Eskiden, bugün söylenileni, ertesi gün okuyorduk, artık anında haberimiz oluyor. Bugün, hayran olduğumuz herkes, bir sosyal medya hesabı uzaklıkta. Hayranlıklar, iki yanın da içeriği bakımından sınanmakta.

Durum böyle olunca, ruh hallerimiz de döküldü ortalığa. Hepimiz haklıyız, hepimiz kendi yaşamımızın merkezindeyiz. Söylediklerimizi çok önemli sanıyoruz. Uzmanlaştık, sirke tadında yaşıyoruz. Üzüm suyu lezzetinde, gündelik, duyusal alan ile ilgili konuşmalar uzadığında çekilmiyor; iki gün dâhil olsak, üzüm suyu gibi bozuluyor.

“Sizi kendi suretimde yarattım” vaadi, şu soruya muhataptır: Onun bendeki sureti nedir? Ne kadar tanımlanmış, içerik kazandırılmışsa ulaşılmak istenilen seviye, o denli yukarıda olacaktır. Potansiyelimizi fark etmemiş gibi davranmak, riyâkârlıktır. Hedefimizi niçin saklayalım? Hedef, yıllanmış şarap olsun ama ötekilerini de üretip yeter ki, yerinde kullanabilelim.

Sosyal medyada, gündelik konuşmalarımızda sofralara ne olarak ikram ediyoruz kendimizi? Hani şu çok bilmişlikler, her konuda düşünce bildirmeler, “olmuş” gibi yazmalar, şarap içilen sofralara, sirke tadında katılmalar… Çoğumuzun yaşamındaki ekşi tat, başkasından gelmiyor olabilir mi? Kuru gürültüden sağır olmuşluğumuza pek şaşmamalı.

Küflenmiş üzüm suyunun çalımına, kendini yerli-yersiz kullanan sirkeye, yıllanmış şarap taklidi yapan sofra şarabına gösterdiği merhametli tavrına vurgun olduğum, Zürefâ üyesi bağcı da pek sessiz.