Koyduğumuz hedeflere ne ölçüde ulaştığımızı denetleyecek mahkemeyi kuracağız yakında; sonra, heyecanla yine yeni hedefler koyacağız yeni yıla.

Kişi, kendine bir söz verdiğinde, bir ideali olduğunda onu yerine getirmek, kolaylık açısından üç aşamalı oluyor:

  1. Uyulması gereken kuralları hazır bulunduran, başarının somut gereçlerle kontrol edilebildiği sistemler: kurs, okul, seminer vb.
  2. Uyulması gereken kuralları kendimizin koyduğu, başarının somut gereçlerle kontrol edilebildiği sistemler: sigarayı bırakmak, kitap okumak, daha az televizyon izlemek, namaz kılmak, oruç tutmak vb.
  3. Başarmayı çok istediğimiz ama hangi kuralı/yasayı takip etmemiz gerektiğini bilemediğimiz, başarının göstergesinin soyut olduğu hedefler: öfkelenmemek, kibirden kurtulmak, kaygılanmamak, haklarımızı korumak, kendimizi sevebilmek, daim namaz, düşünce orucu vb.

Kendimizle başbaşa kaldığımız üçüncü bölge, ulaşılması en zor, karanlık ve yasanın hazır olarak bulunmadığı bir bölgedir; şah damarımızdan yakındır oysa. “Şah damarından yakınım” diyen Tanrı’yı dışarıda aramak beyhûde.

Pilot olmak örneğin, birinci gruptan bir ideali gerçekleştirmektir. Doğadaki güçler, insan aklınca yasa olarak kavranmış ve zorunlu ilişkileri gösterilmiş olduğundan, pilot adayı, eğitimi boyunca havacılık yasalarına boyun eğer, onlara itaat eder. Bu düzenleyici, terbiye edici ilkenin üçüncü bölgede, adı Rab’dir; dışarıda değil içeride bulunmuştur. Pilot ise dışarıda bulduğu, havacılığın Rabbi’ne itaat eder, ona boyun eğer.

Üçüncü bölgede de Rab başlangıçta sürekli emreder, bizden ona boyun eğmemizi ister. Modernizm, boyun eğmeyi özgürlüğün yitirilmesi olarak değerlendirir. Yasalara boyun eğebilmek, kendimizdeki iç yasaları dışarıda tanımanın getirdiği bir yetenektir oysa. Kendine verdiği sözü tutamayan dışarısı tarafından yönetilir, düzenlenir.

C.G. Jung, kendinden kendine seslenişi; bilinçli benliğin ait olduğu daha tam kişiliğin varlığına bağlar. Ona göre: “Tamamlanmamış kişilikten daha üstün bir zekâ ve netlik düzeyine sahip olması nedeniyle koşulsuz otoritedir tam (bütünlenmiş) kişilik. Bir bilen olarak rüyalarımıza gelip konuşan da odur.” Hani, yılbaşı gecesi özenerek/öykünerek yaratmıştık onu; yoksa bir tutam tutku katmayı unuttunuz mu? Dingin bir ben! Kibirsiz bir ben, kendini sevebilen ben… Nasıl da Tanrısal… Şablonu nerede? Onu bir kez yarattık ama ona gerçekten ulaşmak istiyor muyuz? Canlandırıncaya dek uğraşacak mıyız?

Unamuno, “Hayatın Trajik Duygusu”nda, imanın görmediğimize inanmak değil, görmediğimizi yaratmak olduğuna değinir. “Tanrı’ya inanmak” der, “En azından, ilk anda O’nun var olmasını istemektir.” İnsan, unutmakla malûl; on iki saat bile uzunken, on iki ay bir hayalin peşinden kim gidecek? Erich Fromm, “Olma Sanatı”nda, tek bir şeyi amaçlamamızı, enerjimizi ona harcamamızı önerir. Karar vermek, risk almaktır. İnsanı, insan yapan, risk alma becerisidir. Fromm şunu ekliyor: “Bir türlü karar veremeyen kişinin istenci(irâdesi), karar almada ve hatta sonunda eyleme geçmede tamamen felce uğrar.”

İnsanın kendini tarihsellik içinde kavraması, içinde yetiştiği kültürü yoğuran zemine gitmesi önerilir. Bizimki, dört kitabı bir bilen Anadolu mayasıdır. Firavun’un, Hz. Mûsâ’ya: “Bak, ben de Rabb’im, öl dersem ölecek, ne istersem yapacak bir halkın hükümdarıyım. Senin Rabb’inden farkım yok.” dediğinde, Mûsâ’nın şöyle yanıtladığı söylenilir: “Benim Rabb’im, kendi koyduğu yasaya önce kendi uyar.” Bu nedenle tevhîd ehli, Îsâ, Musâ’dan önce gelemezdi der. Yasanın olmadığı yerde, sevgi olmaz. Erenler, saygı bir fenerin koruyucu camıdır, o olmadığı sürece, alev (sevgi), varoluşunu sürdüremez derler.

Yasa, düzen; akıldır, orandır, rasyodur; sevgi, irrasyoneldir. Hristiyanlık, irrasyonel bir dindir; Îsâ her seferinde çarmıha gerilir, dirilir; ta ki, dengeye gelinceye kadar. İslâm, bu nedenle, hem bedenin, hem de ruhun hakkını verir. Eşhedü/şahit olmak, nefsinde deneyimlemektir, nefste deneyim, sevgiyi açığa çıkarır denilir. Bunu deneyimlemeyenin imanı nasıl olsun? Yahudilik, inanmak; Hristiyanlık ise iman hâlidir. Bunun kendi üzerine dönen şuuru, İslâm’dır. Hucûrât 14, muhteşem bir âyet/işaret değil mi? “Teslim olduk diyebilirsiniz ama henüz müminlerden değilsiniz” der. Teslim olunacak bir Rab/İlke yoksa “emin”lerden olamazsınız. Başkasının Rabbi’ne teslim olamazsınız. Yasasızlığından bezmemiş insanın Rabbi olur mu? Rab’den, Hakk’tan başka neye/nereye teslim olunur? Emin olmak, iman, özgüvendir; sâlih amelle ilişkilendirilir. Teslimiyet, bu nedenle barış getirir; bu diyalektik ilkenin göz ardı edilmesi, İslâm’ın, koyunlara özgü bir teslimiyet talep eden bir din olarak görülmesine neden olmuştur.

Matta 17:20-21’de şöyle der: “İmanınız kıt olduğundan” karşılığını verdi. “Size doğrusunu söyleyeyim, bir hardal tohumu kadar imanınız olsa şu dağa, ‘Buradan şuraya göç’ derseniz, göçer; sizin için imkânsız bir şey olmayacaktır.”

Ne saçma diyenlere; “dağın yerinden oynatılması, bu, bir simgenin, imgeye giydirilmesidir” denildiğini anımsatalım. Din ve sanatın köken aldıkları imgelem dünyası…

Ussallığa devinen akıl ise şu tutarsızlığı fark edecektir: Kıt olan iman, hardal tohumu kadarını barındırmaz mı? İlki inançtır/believe, ikincisi ise iman/faith. İngilizce “I (do) believe” demek, irâdenin devrede olduğunu gösterir. Yasayı oluşturup ona uymak, güçlü bir irâde işidir, yapılır. İman ise “I have faith” olarak ifade edilir. İman kendinde bulunur, “eşhedü”, kendi nefsinde şahitlik etmektir denilir bu nedenle. İmanın, taklidi ve tahkîki olmasına geldik, başka bir zamana diyelim.

Cüneyd-i Bağdadî’ye sormuşlar: “Tasavvufun intihâsı(sonu) nedir?” “İptidâsıdır” demiş; başlangıcı. Uroboros’u, döngüyü, dairesel olanı aklım yettiğince aktarmaya çalıştım. Dilerim ki, ehl-i hâle yolunuz düşsün, zevkiniz daim olsun efendim.

Not: Bu yazının dinamosu niteliğindeki, bilinç-bilinçaltı ilişkisi, “Tanrım, üç boyutla aran, neden iyi değil?” başlıklı yazıda irdelenilmiştir.