Yakın ilişkilerde kabalık, kişinin yüzleştiği kendiyle memnuniyetsizliğini de barındırır. Öylesine bir “uca savrulmuşlukta” kendiyle birlikte olmayı sürdüren (arkadaş, eş, akraba) değer yitimine uğrar; çünkü özsaygı eksikliği, kendine değer vereni de değersizleştirir. Köle-efendi diyalektiğinde kazançlı çıkan tarafın, kaybedenden bağımsızlaşabildiği önemli bir noktadır bu. Efendi, özsaygı yitimi yaşadığı için kapana kısılır. Kendine saygı gösteren alt tarafı köledir! Bir türlü, onaylanmışlık duygusu yaşayamaz. Tabii, köle de bu ince ayrıntıyla, ancak özgür yaşama geçtikten sonra yüzleşecektir.

Alışmak, öncelikle kendine alışmaktır. Kendine alışmak en uç noktasında, “boş ben”in ölümüdür. Bu başarılamadığında “onay” ihtiyacı yaşamını sürdürecektir bizimle. Güdülerin rahat beşiğinde pışpışlanmayı, akla taşıma çabası her seferinde sonuçsuz kalacaktır. Zor iş!  İlkeyi ve yasayı orada bulmak, ilkesizliğin ve yasasızlığın bataklığında boğulmakta olduğumuzu hissettiğimiz anda var oluşa çıkar: Yokluğuyla vardır; yokluğuyla hissettirir varlığını. Kaybolan anahtarımızı arama nedenimiz, onun yokluğunun varlığıdır. “Oluş”un doğasıyla ilgili olarak Aristoteles üstad uyarır, iki öge ile yetinme çabamızı yetersiz bulur. Oluş etkin ve edilgin iki ucun yanısıra, alıcı uçtaki yoksunluğu ön gerektirir. Masamızda halihazırda duran bir bardağın bulunduğu noktaya bir başka bardak koyamayız; alıcı yüzey “eksiklik” ile hazır beklemelidir. Üçüncü nokta budur. Hayatlarımızda “oluş” yoksa endişelenmeliyiz.

Twitter’da da böyle değil mi? Yirmi sene önce olsa kitabını/eserini/buluşunu elinde tutmaktan öte yakınlık kuramayacağı, öykündüğü yazarı/sanatçıyı/biliminsanını, “boş ben”le güreşe davet edip duracak, saygısızlığı, kendine saygısıyla doğru orantılı olacaktır. Öykündüğü, bir zamanlar değerli bulduğu eser sahibini, değer verdiği şeylerin radikal değişikliğe uğramamasına rağmen bir hayal kırıklığı olarak deneyimleyen kişi, özsaygı nedenini “insan” olmakta temellendiremiyordur. Böylece, bir ateist bile kolayca “kusursuz Tanrı” yaratıverir.  Asıl mesele budur. İnsan olmak hata yapmaktır, bazı günler daha şapşal olabilmektir, yanlış anlama hakkına hak vermektir. Tanrı’nın “ne”liği, insan olmayı temellendirdiğimiz köklerden bağımsız olmasa gerek. Diyalektik çok çetin bir ceviz. Şaşmaz yasayı aramadaki haklı nedenimiz örneğin Kant tarafından a priori olarak adlandırılır. İlginç değil mi? Söylenilecek çok şey var ama bu bir yazı değil, not işte.