Fritjof Capra, doktorasını teorik fizik üzerine yapmış bir fizikçidir. Parçacık fizikçisi ve sistem teorisyeni olarak, kariyer yaşamını Paris Üniversitesi, Londra Imperial Koleji gibi prestijli eğitim kurumlarında sürdürmüştür. Fiziğin Tao’su[1] adlı kitabın yazarı olan Capra, yaşayan bilgeler arasında anılır. Kitabının amacı olarak, basit ancak anlaşılması çok güç bir hedef koyar: Bilimin prestijini artırmak. Kitabın ABD’de en çok satanlar listesine girip, yirmiden fazla dile çevrildiğini düşünürsek, bu amacı kavramaya çalışmak bir sorumluluk haline gelir. O dönemde, Batı tinselliği, mekanistik her türlü düşünceye bayrak açmıştır; klasik fiziğe dayalı bilim anlayışının, indirgemeci bir yaklaşım içinde olması eleştirilmektedir. Yazara göre, toplumun huzursuzluğu, bilim ile bilgeliğin uyum içinde var olduğu gösterilerek, yalıtılmış bireysel algıdan kurtularak aşılabilir.

Gündelik yaşantımız, bize, biz ve dış dünya olarak algıladığımız, eminlik içinde yaşamımıza devam edebileceğimiz bir ortam sunar. Bir tarafta nesneler yığını, öteki tarafta algılayan ben. Oysa, modern fiziğin öne çıkan iki alanı olan Görelilik Kuramı ve Kuantum Mekaniği, içinde yaşadığımız alanın, ne derece gerçeklik olarak adlandırılabileceğini sorgulamamıza neden olmuştur. Fiziğin bu iki alanı, gerçekliğin farklı olduğunu, dışarıda nesne olarak konumlanan her şeyin, atom-altı seviyede birbiriyle, bizimle, birbirimizle bağlılık içinde var olduğunu ortaya koymuştur. Sonuç itibariyle, bedenimizin, kalemin, filin tırnağının, pelikanın tüyünün yalnızca yoğunlaşmış enerji alanları olduğu gösterilmiştir. Orada duran bir bardak ve bedenim olarak algıladığım fotoğraf karesi, atom-altı düzeyde hiç de birbirinden yalıtılmış görünmemekte, hatta bu birlikteliğin bir örgünlük olduğunu göstermektedir.

Atom fiziği, gözlemcinin soyutlanmış olarak gözlemden ayrı bir biçimde var olamadığını da göstermiştir. Gözlemci, bilincin eşlik ettiği her durumda, aynı zamanda gözlenendir ve bu durumda bir katılımcıdır. Bu durumu, ışığın, hem parçacık, hem de dalga olarak, yani iki farklı biçimde davranış özelliğinde olduğunu unutmadan düşünmek gerek. Görelilik kuramı ile de zaman ile uzayın birbirinden bağımsız var olamadıkları gösterildi. Sıkça değindiğim hologram evren konusundaki son bulguları da düşünürsek; bilimin, evrendeki birlik ve bütünlüğü önümüze serdiğini “idrak” ederiz.

Capra, deneyimlediği iki farklı aydınlanmadan söz eder. İkincisi, kendinin bütün varlığıyla, kozmik bütünlüğe dahil olduğu bir deneyimdir. İlkini ise kitaptan alıntılayayım: “Eğitimimin  ilk  başlarında  akademik  çevrede  oluşan  ‘düşünsel  atmosferde’  aklın  nasıl  da özgürce hareket edebildiğini görmüş, sezgisel ve bütünsel alanın nasıl kendiliğinden oluştuğunu fark etmiş ve bilincimin derinliklerini keşfedebilmiştim. Düşünsel atmosfer çerçevesindeki ilk önemli deneyimimi, yıllar içinde gelişen derin düşünceler sonucu elde edebilmiştim. Bu deneyim benim için o kadar olağanüstüydü ki, yaratmış olduğu etkiyle gözyaşlarımı tutamamış ve ağlamaya başlamıştım.”

İlk deneyim, ”Varlığın Birliği”nin, aklen kavranması; ikincisi ise bizâtihî bir kavrayıştır. Bireyin, doğayla, içinde yaşadığı toplumla uyum içinde yaşaması, bilim ile bilgeliğin ilişkilendirilmesini gerektirir. Birey, çevresine ve kendisine yabancılaşmıştır. Akılcı bilgi, böler, ayrıştırır, ölçer, sınıflandırır. Böylece, önümüze parçalanmış, yalıtılmış, bütünlük içinde taşınan anlamından arındırılmış bir dünya serilmiştir; “karşılıklı varoluş” olmaksızın devam edebilen bir dünya değildir. Bu durağan anlayış, aklın, “ya”-“ya da” basamağıdır. Dogmatik tutumlu biliminsanları bu basamağa takıldıklarından, bilimi savunmak gereği duyarlar. Oysa dizge, bir öncekini kapsayarak ortadan kaldırır. Klasik bilim, görevini tamamlamış, insanlığa muazzam bir kapı açmakta öncül görev yapmış, sağlam bir altyapı olarak kendini sunmuştur.

Klasik fizikte değişmez, sert kabul edilen nesneler, Kuantum Kuramı ile olasılıklar, hatta nesnelerin karşılıklı etkileşimlerinin olasılıkları olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç nettir: Evren, her şeyin birbiriyle ilişkide olduğu ilişkiler bütünüdür. Ülkemizde bilim algısı henüz klasik fizik aşamasındadır. Bilimin, bütünselliğin bir parçası olduğunu dile getirmek, bilimsel aklın, aklın yükseldiği alanda yalnızca bir uğrak olduğundan söz etmek dogmatik tepkilere neden olmaktadır. Bilime saldırıldığı sanrısı devreye girince, tartışmalar, “bol unvanlı” maskeler altında yapılan duygu alışverişleri haline gelmektedir.

Değil sıradan vatandaşın, çok değerli akademisyenlerimizin bile bu Ortodoks kabuğu kıramamasındaki en büyük etken, eytişimin (diyalektiğin) kavranamamasıdır, diye düşünüyorum. Eytişim, eğitimli bireyin hızla anladığı, ancak kavranabilmesı için çok katmanlı bilinç basamaklarından geçişi gerektiren bir durumdur; çözüldüğü yerde adı artık kurguldur. Bu bakımdan, “idrak”, bireyde öncelikle değişimi, sonra dönüşümü müjdeleyen bir sözcüktür. Yakın dönemde yaşamış, BBC’nin kendisiyle söyleşi yaptığı büyük bilge İsmail Emre, insanın, bir idrak varoluşu olduğuna sıkça değinir. Hatta günümüz bireylerinin, nasıl olup da binek üzerinde bir mirâca inanabildiğini sorgular ve mirâcın, bir “idrak mirâcı” olduğunu vurgular.

Tarih boyunca bilgiye ulaşmanın iki yolundan söz edilmiştir. Bunlar, hepimizde içkin olan iki kutuptur: Akıl yoluyla elde edilen ve sezgiyle elde edilen bilgi. Değinilen sezgi, duyusal sezgi değil, ussal sezgidir.

Fizikçinin de mistiğin de yönteminin, ampirik (deneye dayalı) olduğunu; ilkinin içsel gözlemlere dayalı deneyimler, ikincisinin ise dışsal gözlem ve deneyimden hareket ettiğini ifade eden Capra, bu aşamada çok önemli bir konuya değinir: “Modern atom-altı fiziği ile ilgili herhangi bir deney yapmak ya da bir deneyi tekrarlamak isteyen birinin, yıllar süren yoğun bir eğitimden geçmesi gerekmektedir. Ancak böyle yorucu bir eğitimi aldıktan sonradır ki, bu kişi, doğaya deney aracılığıyla belirli bir soru yöneltebilme ve doğanın bu soruya verdiği yanıtı anlayabilme düzeyine erişebilmektedir.

Derin bir mistik deneyime ulaşabilmek için de buna benzer bir biçimde, uzun yıllar süren ve yapılması için yetenekli bir öğretmen gerektiren bir eğitimden geçmek gerekmektedir. Ayrıca, aynen bilimsel eğitimde olduğu gibi, harcanmış olan emek ve zaman, başarıyı garanti edecek bir etken olmaktan çok uzaktır. Ama buna karşın öğrenci, başarılı olduğu takdirde, ‘deneyi tekrarlayabilecek’ bir duruma gelmiş olacaktır. Çünkü, deneyin (yani mistik deneyimin) tekrarlanabilir olması, tüm mistik eğitimlerin temelini ve spiritüel uğraşının asıl hedefini oluşturmaktadır.”

Heisenberg, gözlemlediğimiz şeyin doğanın kendinin olmadığını; doğanın yalnızca, yönelttiğimiz soruya verdiği yanıt olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, kutuplar temas etmelidir: “Bence, insanlığın düşünce tarihine bakıldığında, en verimli sonuçların, iki farklı düşünce sisteminin birbirleriyle temas ettikleri yerlerde ortaya çıktıkları düşüncesi gerçekten de doğrudur. Bu sistemler, köklerini insan kültürünün çok çeşitli ve değişik biçimlerine, değişik zamanlarına ya da değişik dinsel geleneklerine salmış olabilirler. Ancak buna karşın birbirleriyle temasa geçtiklerinde, yani gerçek bir etkileşim ortaya çıktığında, yeni ve ilginç gelişmelerin de bunun takipçisi olacağını ümit edebiliriz.”

Sözünü ettiği ümit, üniversiteli genç Fritjof’un, aklın özgürce hareket edebildiğini, sezgisel ve bütünsel alanın nasıl da kendiliğinden oluşuverdiğini kavradığı anda, yanaklarından süzülen gözyaşlarındadır.


[1] Fiziğin Tao’su, Fritjof Capra, Arıtan Yay., Çeviren: Kaan H. Ökten, (1991)