Eskiden, düşünce dünyasının tamamen soyut olduğunu zannederdik. Bırakın ürettiğimiz düşüncenin sorumluluğunu almayı, bir bedel ödemeden var olabildiğimiz tek alan olduğunu sanırdık düşünce yaşamının. Artık, her düşünmemizde bir kodlamayan RNA (Ribonükleik Asit) üretildiğini, epigenetik mekanizmaların devreye girdiğini biliyoruz. Yani düşüncelerimiz, duygularımız bedenleniyor! Epigenetik alanında heyecan verici gelişmeler var.

Beyin hücreleri olan nöronlar, öteki nöronlarla nöral ağlar oluştururlar. Nöral ağlar, düşüncelerimiz ya da anılarımız etrafında oluşur. Yeni bir konu üzerinde düşünmek, yeni bir nöral ağ gerektirir. Belirli bir konuyu düşündüğümüzde, anımsadığımızda ise o konuyu düşüne düşüne oluşturduğumuz nöral ağ etkinliğe geçer. Tekrar düşünmelerde ve anımsamalarda, bu ağlar uzun dönemli ilişkiler içine girer: Tekrarda ısrar, ağları sağlamlaştırır. Sürekli aynı konunun düşünülmesi, o düşünce nedeniyle oluşan nöral ağın giderek kalınlaşmasını sağlar.

Bizim için normal sayılabilecek bir günde yani, geçmişi anımsayıp üzüldüğümüz, etrafımızdaki olaylara ya da kişilere kızdığımız, kaygılanarak beklediğimiz anlarda, söz konusu duygular aracılığıyla nöral ağlarımızın düzenlenmesini ve sağlamlaştırılmasını gerçekleştirmekteyiz. Aynı biçimde, sağlıklı düşüncelerimiz de ayrı ağlar oluşturur.

Bilinenin tersine, duygularımız düşüncelerimizi değil düşüncelerimiz duygularımızı oluşturur. Olaylar karşısında vereceğimiz tepkiyi oluşturan temel neden, ısrarcı tekrarlarla sağlam duruma getirdiğimiz nöral ağlardır. Bizde, uygun bir delik (düşünce) olmadıkça dışarıdan bir anahtarla (olay) açılacak bir kapı yoktur. Kişilik, böyle oluşur. Güzel haber, kullanılmayan nöral ağların arasındaki bağlantının zayıflayıp kopmasıdır. Bilinçli bir biçimde düşüncelerimizi izleyerek, istemediğimiz nöral ağın zayıflayıp sonunda yok olması gibi bir süreci yönlendirebiliriz.

Düşünceler, bedende kimyasal oluşumu tetiklerler. Hücrelerimiz, her gün bombardıman edilen, sağanak yağmur halinde gönderilen kimyasallara alışkanlık geliştirir. Bu kimyasallar, ulaştıkları dokulardaki hücrelerin yüzey alıcı bölgelerine, anahtar-kilit modeli olarak yerleşir. Orada güçlü bir etkileşim olur, bu etkileşim, hücre çekirdeğinde değişikliklere neden olur. Onları kaygı, korku hormonlarına bağımlı duruma getirip öteki temel işlevlerini boşlamalarına neden oluruz. Düşüncelerimizle, hücremizin ahlâkını da bozmuş oluruz böylece. Oysa, hücrenin görevi, ait olduğu organ ya da dokunun canlılığının devamı için günlük dirimsel etkinliklerin sürdürülmesidir.

Yoksunluk durumunda, artık bir bağımlı durumuna gelen hücre alarm verir. Örneğin, öfke hormonu yoksunluğunun sinyalini (üretim talimatını) alan beyin (zihin), bellek aynasında eski olayları inceleyip frontal lobda resimler oluşturur. Burada hem anılarımız, hem de duygu tepkileri vermemize neden olan düşüncelerimiz, başka bir deyişle birer kimlik altında oluşmuş olan nöral ağlarımız tarafından çekilen fotoğraflar gözden geçirilir. Bedenimiz, o sırada hızla şunu araştırıyordur: Bu kişi/ben ne olunca öfkeleniyordu/m? Bu işlem sonucunda uygun fotoğraf bulunur ve böylece bizi sürekli sinirlendiren şeye yine sinirleniriz: Trafikteysek, yolumuzu kesen sürücüye hiddetle küfrederiz; evde eşimize, çocuklarımıza yersiz çıkışlarda bulunur öfke patlamalarına dalarız; eylem içinde değilsek ve tamamen yalnızsak sinir bozucu bir anımızı anımsarız. Zaman zaman, nedenini bilmediğimiz bir kızgınlık bile yaşayabiliriz; dışarıda kızgınlığımızı yönlendirebileceğimiz bir nesne yoktur, şaşırırız; gerçekte tüm olay içeride olup bitmektedir.

Temel alınan şey, eskiler ve deneyimlerdir; “bugün, dün gibi” yaşanmaktadır. Bilim, bu bağlantıların kopmasının olanaklılığını, belirli bir süre yeğlenilmeyen, kullanılmayan bağlantıların zayıflayarak düşeceğini müjdeler.

Erdem öğretilerinin ve özsel anlamında ele alındığında, dinlerin bu konuyu öğrencilerine “giriş dersi” olarak vermesinin üzerinden binlerce yıl geçmişti oysa ki. Bilimin kodlamayan RNA dediği şeye, “cin” diyordu: cinlenmiş; iyi cin, kötü cin.