Diyanet İşleri Başkanlığının, bu yıl 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın yıl dönümüne denk gelen Cuma hutbesi için gönderdiği kutlama metninde, Atatürk’ün adı geçmedi.
Defalarca dinlediğim ve her seferinde dinlemekten büyük zevk aldığım bir olay vardır. Adlarını vermeyeceğim ünlü ustalar arasında geçen bu olay, dönemin TRT radyosunda çalışan bir saz heyeti ile ilgilidir. Gıyabında, sanatını eleştirip duran bir densizin yaptığı dedikodudan haberdar edilen büyük bir saz ustası, sakin bir tavırla şöyle der: “O da mı anlayacaktı?!”
Diyânet İşleri Başkanlığı, sizin din anlayışınıza, eksik bir anlayış denilmesi yanlıştır. Eksik, tamamlanma potansiyelini haizdir; eksik, karşıtını barındırır. Sizin din anlayışınız ise eksik değil, kasten kusurlu. Emevi ahlâkınızı, din olarak pazarlamanızdan yorulduk. Tarihsel bağlamı içinde düşünüldüğünde, Emeviliğin izi Ebû Cehil’e dek sürülür. Hz. Muhammed’in, Ebû Cehil olarak isim verdiği bu adam, bilirsiniz o güne dek Ebü’l-Hakem olarak anılıyordu. İsminden apaçık ortada ki, adam bizim anladığımız anlamda bir cahil değil! Aksine, bilgili. Câhil sözcüğü, bilgisi olmayan demek değil; “amaçsızca, nereye gittiğini bilmeden, yönsüz bir biçimde dönüp dolaşan” demek. Lügatçaya uygun cahiller sizi!
Peygamberlerle işaret edilen bilinç basamaklarının her biri, kişinin, giderek tamamlanacak olan, nihai bir ilke altında birliğe gelme çabasının, uğrakları olarak anlatılmıştır. Bu uğrakların, eş deyişle kavramların, tasarlanmış karşıtları olarak her peygamberin savaştığı bir karşıt ilke vardır: Hz. Musa-Firavun; Hz. İbrahim-Nemrut; Hz. İsa-Şeytan; Hz. Muhammed-Ebû Cehil. Ebû Cehil ile bilinçli bir karşılaşma olabilmesi için, örneğin; Firavun’la hesaplaşmış olmak gerekir. Bireyin tavrındaki firavun iticiliği, her birey için geçerli olan bu ilkesel basamağın henüz aşılamadığını gösterir. Örneğin; bugün, kütüphaneler doldurabilecek denli bilgi sahibi olsam bile, eğer yaşamımda belirli bir yönelim, net bir amaç yok ise, bilgi, olduğum yerde dönüp durmama neden olacaktır. Bu durumda sıfatım da câhil olur. Cehalet, bugünün Ebû Cehil’i olan bende, ben Nemrut’la, Firavun’la vd. savaşıp galip gelinceye kadar, tavrımdaki varlığını sürdürecektir. Özbilinçli farkındalık gerektiren bir silsile.
Şimdi, bu bakışla Zabit ve Kumandanla Hasbihal adlı kitaptan alıntıladığım aşağıdaki satırları okuyunuz lütfen. Atatürk, bu kitabı, 1914 yılında, henüz otuz üç yaşındayken Nuri Conker’in yazdığı Zabit ve Kumandan adlı kitaba verilen bir yanıt olarak kaleme aldı.
“… Bu bölümün başından sonuna kadar bir çok güzel sözü okuduktan sonra; ‘Askerlik, işleri çevirme değil, insanların sevk ve idaresi sanatıdır’ tanımına dönüp ‘İnsanlar nasıl sevk edilirler?’ diye kendime tekrar soruyordum. Bu soruya karşılık, senin açıkladığın cevapları hatırlarken sanki bir düşünürün şu sözlerini de işitir gibi oluyorum: ‘İnsanlar, ancak emelleri, fikirleri somut hâle getirildiğinde sevk ve idare edilebilirler.’ Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, gördükleri bu baskıdan, esaretten kurtulmalarından ibaret arzularının görüntüsü oldu. İsa, zamanındaki sonsuz felaketleri anlayıp topyekûn ıstırap döneminde alemde oluşmaya başlayan merhamet ihtiyacını din olarak ortaya koyup anlatma yolunu bildi. Napolyon, Avrupa’da dolaştırdığı milletinin hususiyetlerinden askerî şan idealini somut bir hâle koydu. Toparlarsak insanları istediği şekilde kullanan güç, fikir ve bu fikirleri somutlaştırarak yaygınlaştıranlardır. Fikrî güç, hiçbir itirazın bozamayacağı kesin ifadeyle kendi kendini kabul ettirmektir. Bu da fikrin yavaş yavaş duyguya dönüşüp iman hâline gelmesiyle mümkündür. Böyle bir durumda da onu sarsmaya, diğer kıyaslamaların, zihnî incelemenin hükmü yetmez. Şimdi, bizim sevk ve idare edeceğimiz insanların emelleri, fikirleri, içlerinde saklı özellikleri nelerdir?
Biz, komuta edeceğimiz insanların hangi emellerini şahsımızda gösterip, somut hâle koyup onların kalplerini, itimatlarını kazanacak; onlara manevî kuvvetler yakalama ilham vasıtalarını belirleyeceğiz? Sadece, hayalindeki gayenin, idealin odaklandığı gözle görünmez noktalara, somut vasıtalarla mı hitap edeceğiz?!
Ne olursa olsun, askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görevdir. İlk önce onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da Allah’tan, Peygamber’den sonra bize düşüyor. Şüphe yok ki bizim milletimizin karakteri de bütün karakterler gibi ilerlemeye, arzu edilen şekle değişebilme kabiliyetlidir, fakat kendi kendisi olmak şartıyla! Eğer bizim karakterimize, dışarıdan başka karakterlerdeki etkileyiciler tarafından bir şekil verilmek istenirse kalıcı ve belirgin hiçbir şekil, hiçbir sonuç elde edilemez.”
Dünyayı, tarihi böylesine yüksek bir farkındalıkla kavrayan İslâmın Halaskârı Gazi, yâverinin aktardığına göre, 26 Ağustos sabahı, gözlerinden süzülen yaşlarla dua etmiştir: “Ya Rabbi! Sen Türk Ordusu’nu muzaffer et! Türklüğün ve Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme!”
Bedir Savaşı’nı, İslâm’ın kader savaşı olarak gören Atatürk için Hz. Muhammed, esaret zincirlerini kıran semboldü. “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” diyen Gazi, kıblesi olmayanın özgür olamayacağının bilincindeydi. Ben artık eminim ki: Atatürk’ü anlayan İslâm’ı da doğru anlıyor. Devrik olarak: İslâm’ı anlayan, Atatürk’ün çabasını da doğru anlıyor.
Ülkemiz ve dünya tehlikeli zamanlardan geçiyor. Anlamadan, çalışmadan, dini reddeden “Atatürkçü” tayfa ile, Atatürk’ü reddeden din-i-darlar takım oluşturuyor. Turnusol kâğıdını satın aldık, koyduk kenara. İslâm’ın tevhid temelini Atatürk’ün çabasında görebilen gökkuşağını da görebiliyor. Monokrom gözlükleriniz hiç eskimez mi?
Atatürk’ün, İzmir’den Yunan’ı sürdükten sonra şöyle söylediği rivayet olunur: “Truvalı Hektor’un intikamını aldık”
Yaşar Nuri Öztürk’ün pek sevdiğim bir saptamasıyla bitireyim: “Atatürk, Hz. Ali’nin inikamını da aldı.”
Hz. Ali’ye İslâm’ı öğretmeye kalkan soyu nasıl unutalım?
Kafiyeli olduğu için değil, en net tanımınız olduğu için yazıyorum: Siz kim diyanet işleri kim! Siz olsa olsa hıyanet işleri olursunuz. Yoksa, Atatürk’ü siz de mi anlayacaktınız!