Hz. Muhammed’in dininin ne olduğu sorulsa, ezici çoğunluk, “İslâm” olduğunu söyleyecektir. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de, O’na, İbrahim’in dininden olduğu söylenir. Başka bir peygamber değil ama İbrahim Peygamber. Hz. İbrahim, başat üç özelliğiyle anılır: Hanîf, tek başına bir ümmet, müşriklerden olmayan.
Hanîf olma konusu çok önemlidir. Elimin altındaki sözlükler, bu sözcüğe yalnızca, İslâm’a tâbi olarak, şirk ve dalâletten kurtulan kişi anlamını veriyor. Bu sözlükler şunlar: Kubbealtı Lûgatı[1], Türk Dil Kurumu, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Sözlüğü, Osmanlıca-Türkçe Sözlük[2] Nişanyan Sözlük – Çağdaş Türkçenin Etimolojisi[3], sözcüğün öteki anlamlarını da bildiren tek sözlük: Tek tanrıcı ~ Aram ḥanəphā אפנח z [#ḥnp] pagan, putperest, kitâbî dinlerden önceki dinlere mensup ≈ [İbr] ḥanēph ףנח kâfir, dinsiz.
Yanlış okumadınız. “Hanîf”, “dinsiz” demektir. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’ın Temel Kavramları[4] adlı çalışmasında, Hanîf”in, “Atalar dinine aykırı davranan, zındık ve sapık,” anlamlarına geldiğine işaret eder. Burada sapık, sapkın anlamında olsa gerek. Hz. İbrahim, din, dogma, tabu olarak önüne konulanı kabul etmemiş, içinde yaşadığı toplumu karşısına almıştır. Kendine öğretilen dini değil sorgulamaya neden olan aklı esas alarak, babasının, atasının dinini reddetmiştir. Bu oldukça önemlidir, “Lâ ilâhe” böyle başlamıştır: Olumsuzlama.
Hanîf olmak, istisna olmak demektir; kaideyi bozan türden bir istisna. Giorgio Agamben, Homo Sacer[5] adlı kitabında, Schmitt’ten, şu alıntıyı yapar: “Genel olan üzerinde tutkuyla değil rahat bir bolluk içinde düşünülüyor. Halbuki istisna, geneli, yoğun bir tutkuyla düşünüyor.”
Emin olunuz ki bu cümle, din ve felsefenin yetkin bir özetidir. Maurice Blanchot, Sonsuz Söyleşi’sinde[6], sistemin bir aşırılıkla karşılaşması durumunda, kendini aşan bu şeyi yasaklayarak içine aldığından ve bu biçimde de kendini, kendinin dışına taşırdığından söz eder.
Agamben, Alain Badiou’nun şu ilginç saptamasına da yer veriyor: Üyelik, aidiyete (topluma ait bireyler gibi); Kapsanma ise, temsile (devlet tarafından “seçmenler” olarak yeniden kodlananlar gibi) karşılık gelir.
Böylece: Hem aidiyete, hem de temsile sahip olanlara, Normal terim, Temsil edilen, fakat aidiyeti olmayanlara, Çıkıntı terim, Aidiyeti olan, fakat temsil edilmeyene, Münferit terim, diyor. Üçüncü terimin istisna olduğunu söyleyen Badiou, egemenliğin, istisnaya uygulanmasının, istisnaya uygulanmadan gerçekleştiğinin altını çiziyor. Fazla uzatmayayım, “İstisna, bütün tarafından içselleştirilemeyen ve her zaman içinde olduğu bütünün bir üyesi olmayan şeydir” diyor.
Bu tür önermeleri irdelemeden, Hz. İbrahim’in uydurma olduğuna “inanan seküler birey” ile bu peygamberin temsil ettiği bilinç seviyesi üzerine hiç “kafa” yormadan “inanan dinci birey” arasında anlamlı bir fark olabilir mi?
Aklın kullanılmasından söz edildiğinde, hepimiz hiç tereddüt etmeden aklımızı kullandığımızı düşünür, zihnimizle karıştırırız. Kur’ân’da sözü edilen, faal akıldır. Faal akıl, olumsuzlama yapma yetisindedir. “Lâ” diyebilmek, devinimi başlatır; dışarıya değil kendine; kendi üretimine. Sonucu, mutlaka dönüşümdür. İbrahim ise o güne dek aklını gerçekten kullanıp kullanmadığını sorguladı: Kendi düşüncelerini olumsuzladı.
Bunun felsefede de karşılığı vardır. Binlerce yıl sonra Descartes da aynı şeyi yapacaktı. Hegel ise felsefî olarak bunun nasıl yapılacağını mantık dizgesinde göstermiştir. Bu atlandığından dolayı, en sağlam Hegel okuru bile aklın Kant basamağına geri düşebilmektedir. Ayrı konu.
Hz. İbrahim’e din diye dayatılanın putperestlik olduğunu, oysa kendimizin doğru bir din anlayışı içinde yetiştirildiğini düşünebiliriz. Her peygamber, bir bilinç aşamasına işaret eder. Hedef olarak bir saray tanımı yapılmıştır; bize ait değildir. İçinde yaşayacağımız sarayı, kendimiz inşâ etmek, en sağlam temeli atmayı başarıncaya dek yıkıp yıkıp tekrar yapmak durumundayız.
Dogmatik din anlayışı nedeniyle İslâm Âlemi, neredeyse Âdem dönemine kadar gerilemiştir. Bugün, Hz. İbrahim’in yaptığını yapamamışken, Muhammedî olduğumuzu düşünmemiz normal midir? Hz. İbrahim’in sorgulama sırasında sorduğu sorular bize basit gelebilir, gelmelidir de. Ne de olsa, yaklaşık 4000 yıl önce sorulmuş sorulardır, ama bu sorgulamalar zorunluluktan doğan bir samimiyettedir. Biz, kendi yaşantımızdan doğan ilâhlarımızı saptamakta çekingen davranmamalıyız: Kendimizi özdeşleştirdiğimiz bilgimiz, mesleğimizin getirdiği unvan ve ün, paramız, makamımız (koltuk), “Elâlem ne der!” hastalığımız, yalnızlık korkumuz, birer put/ilâh örneğidir.
Benzer sorgulama, “seküler” olarak tanımlanan kesim için de geçerlidir. Mitlerin, dinlerden; dinlerin, felsefeden; felsefenin, bilimden atıldığı pozitivist bir anlayışla nereye baksa ve baktığı her yerde balon gibi şişmiş bir “ben” bulmayı başaran zihin, günün sonunda mutsuzdur. Sıkı sıkıya sarıldığı ve savunduğu bilimi, aklın, kapsayarak aşabildiğini; bilimin yalnızca yalıtılmış bir alana ait gerçekleri ortaya koyabildiğini, sınırını görememektedir.
Yaşam sıkça, yüksek debili bir ırmak gibi akıyor ve biz tutunmaya çalışıyoruz; ırmağın sakin bölgelerini özlüyor, nefesimizi kesen bölgelerine tekrar girmemek için tutamak arıyoruz. Oysa, İbrahim, şelâlenin sesini duyduğu hâlde ve hatta şelâlenin sesini duyduğundan dolayı kendini bırakmış olsa gerek. Büyük düşüş olmadan, Hz. İsâ’yla tanışamayacağını sezmişti belki de: Uzun, yapayalnız, bitmek bilmeyen bir düşüş…
“Baba, bu kâseyi benden uzaklaştır,” diye dua edenin, “Eli, eli lama sabaktani?” diye çaresizlik içinde kıvranacak olanın bereketli mayasıdır Hz. İbrahim. “Tokat atana, öteki yanağını uzat”, “Benim sizi sevdiğim gibi komşunuzu sevin,” diyebilen bilincin. Muhammed’e giden yol uzun…
[1] Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İlhan Ayverdi, Kubbealtı Neşriyatı, (2005)
[2] Osmanlıca-Türkçe Sözlük, Mustafa Nihat Özön, İnkilap Yay., (2008)
[3] Nişanyan Sözlük, https://www.nisanyansozluk.com
[4] Kur’ân’ın Temel Kavramları, Yaşar Nuri Öztürk, Yeni Boyut Yay., (2011)
[5] Kutsal İnsan, Giorgio Agamben, Ayrıntı Yay., (2013)
[6] L’entretien infini, Maurice Blanchot, Gallimard (1969)