İsrail kaynaklı her sorunda, Türk halkı olarak verdiğimiz tepki hemen hemen hiç değişmiyor: Çocuksu, duygusal köpürme. Benzer biçimde, hükümetin söylem-eylem karşıtlığını da sanırım artık kanıksadık: Çocuklar pışpışlanır, büyükler aynen devam eder.
Sorunu iki yönüyle ele almak istiyorum. Öncelikle, İsrail kaynaklı sorun yaşandığında, Türk Yahudileri’ne yapılan tehditlere değinmek gerekli. Kimi densizin, Yahudi vatandaşlarımıza ülkeyi terk etmeleri yönünde yaptığı çağrılar, misafir gittiği evde arkadaşı ile kavga ettiğinde onu kendi evinden kovan çocuğun naif tepkisini andırıyor diyemiyorum; zira şeklen benzerlik olsa da ana ve öncelikli neden, bilgisizlik.
Yahudiler, 2500 yıldır bu topraklarda yaşıyor. “Anadolu Yahudileri: Ege’de Yahudi İzleri” adlı kitabın yazarı Siren Bora, Yahudiler’in, Batı Anadolu’ya 2500 yıl önce gelerek Sardis’e yerleştiklerini dile getiriyor. Niki Gamm’a göre, M.Ö. 5. yüzyıla ait bir sinagog kalıntısı bunu doğrular niteliktedir. Siren Bora, Helen döneminde ise, Seleukos Kralı 3. Antiochus’un İ.Ö. 212-205 yıllarında, Lydia’da ve Phrygia’da ayaklanma çıktığında, yaklaşık 10 bin Yahudi’yi güvenilir kişiler olduklarından, ayaklanma bölgesine gönderdiğinin belgelenmiş bir tarihsel bilgi olduğunu ekliyor. Konya, Bursa ve Balkanlar’da, Osmanlı Türkleri’nin buralara yerleşmiş olan Yahudi nüfus ile karşılaştıkları yine tarihsel bir gerçekliktir. “Türk ve Yahudi Kültürlerine Bir Mukayeseli Bakış” adlı kitabında Burhan Oğuz, özellikle “Türkiye Yahudileri” bölümünde ayrıntılı olarak tarihçeye değinmiştir. “Türkiye Yahudileri” denildiğinde akla ilk önce, 1492 yılında, İspanya ve Portekiz sürgünü ile gelen Yahudiler’in gelmemesi gerektiği, Küçük Asya-Anadolu’da yüzyıllardır Yahudi olduğu konusunda okuyucuyu uyarır. Oğuz, A. Galante’den alıntılayarak, Selçuk hükümdarlarından birinin Yahudi bir veziri olduğunu da naklediyor. Aynı kitapta, İslâm mimarîsinin hâkim olduğu Etzha Hayim Sinagogu’nun, Orhan Bey’in bir fermanı ile inşâ edildiği gibi ilginç bilgilere rastlamak olanaklı.
Lütfen, artık kendi vatandaşlarımızı binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan kovmaya cüret etmeyelim.
İkinci konu ise, hükümetin, İsrail ile yapılmış olan antlaşmaları bozmaya niçin yanaşmadığıdır. Kanaatimce, iktidarda hangi parti olursa olsun benzer bir tutum içinde olacaktır. Yetişkinler dünyasında aklın ön planda olduğunu hepimiz biliyoruz; kimlerin yönettiğini de. Binlerce yıldır, Arz-ı Mev’ud arayışlarını ödün vermeden devam ettiren; birlikte olmamalarına, dünyanın dört bir yanına saçılmış olmalarına karşın şaşırtıcı bir biçimde, dinlerini, dillerini, geleneklerini aksatmadan sürdüren-sürdürmeye muktedir olan bir halk, söz konusu edilen. Bu, belki de ‘yasa’ aksı, göz ardı edilmemesi gereken bir olgudur. Enerjimizi, bağırıp çığırmadan, akla zarar protestolara kalkışmadan uluslararası para piyasalarını serbestçe yönlendirip, yöneten; bilim dünyasında tartışmasız bir üstünlük edinmiş olan Yahudilerin bunu nasıl yapabildiklerini anlamak yolunda harcamak iyi bir fikir olabilir.
Tevrat, İbranice, Tora olarak adlandırılır. Yasa demektir. Manevî zevkleri yaşayan irfan ehline göre, Musa peygamber, Şeriat, Tarikat, Hakikat ve Mârifet kapılarından Şeriat kapısının peygamberidir. Tora ise, ilâhî törenin toplumsallaştırılması, vahiy ile bütünleşmesi anlamında kullanılan töredir. Şeriat, hukuksallık anlamına gelir. Bizde yankılandırdığı olumsuzluğu kenara koyar ve kökenbilim ile bakarsak anlamı budur. İrfan ehli, dört kitabın ilki olan Tevrat’ın soyutlama(tenzih) ile yasaya, hukuka, kısacası akla seslendiğini belirterek, Tevrat’a bir tür ontolojik anayasa olarak bakar. İnsan varoluşunun yasalılığına vurgu yapan bir anayasa kitabı. İşte bu zorunluluğun bilinci, özgürlüğü getirir; özgürlük, zorunluluğun bilincine varmışlıktır. Gerçek anlamı ile sevgi, ancak özgür kişiye mahsus olduğundan, Ruhullah Hz. Îsâ’dır denilir. Muhammediyet de bu ikisinin dengesi. Müslümanların öncelikle yasalılığın hakkını teslim etmeleri gerekiyor; bunun nasıl tesis edileceği, İbrahim peygamber ile işaret edilen bilinç düzeyine vâkıf olmayı gerektiriyor. Sıkça, “Muhammed’e giden yol, uzun” demem bu yüzden.
Dışsal olanda temellendirdiğimiz, dışsal olana yönelttiğimiz orantısal(rasyonel) aklımız; iç-dış dengeye gelemediği takdirde, hukukun soğukluğunu hissettirir. Toplumsal düzenlemeler, bilim, yasa ile yapılır, sevgi ile değil. Yukarıdaki satırlarda, âdetâ yasalılığı içkin bir olgu olarak atıf yaptığım Yahudi toplumu, bugün dünyada akıl gerektiren her ortamda ağırlığını ortaya koymuştur ve bundan dönüş yoktur: olmamalıdır. Einstein, Freud, Bohm, Bohr, Feynman, Adler, Oppenheimer, Pauli, Sagan, Gell-Mann, Stern, Suskind… Liste, öyle uzun ki!
Müslümanlar yenilmeye doymadılar mı? Yavan, samimiyetsiz, özeleştiri yoksunu jargonu bir yana bırakabilsek ne güzel olur. Aklı terk etmedik; çünkü, onu samimiyetle inşâ etmeyi denemedik henüz.
Bizim dinimizden, topraklarımızdan çıkarıp atmamız gereken; Yahudilik ve Yahudi vatandaşlarımız değil; çocuksu hezeyanlarımızdır; özeleştiri isteğimizin eksikliğidir. Aksine, aklı yüceltip kemâline erdirmeyi hedeflemeli ki, sıra, sevgiye gelsin. “Sevgisiz akıl”, Batılı devletlerin acımasız uygulamaları, dışlayıcılığı, bitimsiz ötekileştiriciliği ve kibri olarak kendini duyumsatıyor. Sıra, sevgiye mutlaka gelmeli. Ama sevgi, daha sağlıklı bir anlayışla ona geri dönünceye dek bir yana bırakılmalı; öncelikle ve ivedilikle aklın inşâsına yönelmeli. “Akılsız sevgi”, şu güreşçi çocuğun, şuursuz annesi gibi mindere fırlamamıza neden oluyor. Hani, oğlunun, rakibinin altında kıvranmasına dayanamadığı için mindere koştura koştura çıkıp, rakibin kafasına tokadı basan, tipik Doğulu anneye. “İlimsiz şefkat, zulümdür” diyen İsmail Emre’ye hak vermemek elde mi?
Suat Sinanoğlu, “Türk Hümanizmi” adlı kitabında şöyle diyor: “Ruhun, tam bilincine olduğu kadar, ruhun, tam olarak biçimlenmesine götüren bir eğitimin temellerini atması nedeniyle klasik okula sonsuz bir saygınlık göstermesi gereken yalnız Batılı toplumlar değildir; Batılı olmayan toplumlar da özgürlük düzenini kuran temel devrimi gerçekleştirdikten sonra, ilkel korkulardan ve inanışlardan ileri gelen her çeşit zihin habitus’unu ortadan kaldırmak amacını güdecek olan manevî devrime girişmek zorundalardır.” Eski Yunanca’da, gelenek, paradosis demekmiş; paradeisos, yani cennet ile olan yakınlığına dikkatinizi çekerek; gelenekten gelen bir peygamber olan Hz. Musa’nın ne demek istediğini anlamaya çalışmak yerine, “oraları çoktan geçtik” tavrına yenik düşmememiz dileğiyle.
Anılan kitaplar dışında yararlandığım kaynaklar:
http://burhanoguz.com
Metin Bobaroğlu, Mâbed-İnsan http://www.ayorum.com/haber_oku.asp?haber=1659